Kalpte Çürüklük Varsa... (Medine'de Medfun Merhum Mahmut Sami RAMAZANOÄžLU)
---İnsan bedeni türâbîdir, toprağa mensubdur. Yemek içmek, uyumak ve şehvet gibi işler itibariyle hayvânîdir. Ama ruh itibariyle de nûrânîdir, Allah’a mensubdur. İnsanda bedenin işleri galib olursa, insan Allah’dan uzaklaşır. Ruh zaifler, kalp kararır... Fakat insanda ruhun arzuları galib olursa, o insan Allah’a yaklaşır, kalbi de nurlanır, bedeni de nurlanır.
Bunun için kalbi temizlemek ve nurlandırmak lazımdır. Kalb temizlenmedikçe nurlanamaz ve bu halde insan asla kalbî hastalıklardan kurtulamaz...
Bir ağacın kökünde çürüklük varsa, onun alameti dallarında, yapraklarında belli olur, meyvesinde görünür. Kalbde de hastalık, çürüklük olursa bedenin her uzvunda ve her işinde onun eseri ve zararı görülür. Onu tedavi etmek lazımdır. Kalbin tedavisi, ruhun mensub olduğu Allah zikriyle yapılır. Kalbin marazı zikrullah ile temizlenir. Ra’d suresinde Cenab-ı Hak buyurur ki:
“Deki: Allah dilediği kimseyi saptırır ve Allah kalbi ile gönülden dönüp bağlanan kimseyi hidayete erdirir... Kalbleri ile Allah’a yönelenler de, Allah’ın zikri ile kalbleri huzura ve sürûra kavuşarak iman edenlerdir... Hakikaten bilesiniz ki, Kalbler ancak Allah’ı zikretmekle doyar, yatışır ve huzura erer.” (Ra’d suresi: 27-2
Her hastalık az ilaçla tedavi olmadığı gibi, kalb hastalığı da az zikirle tedavi olmaz. Kur’anı Kerimde, her yerde Allahı çok zikretmek emrolunmuştur? Fakat adet bildirilmemiştir. (Çok zaman, çok kere, gece gündüz, sabah akşam) gibi sık sık zikretmekten bahsolunmuştur. Kaide icabı, aded bildirilmezse, o emir kemaline masruf olur. Binaenaleyh, çok zikir, kalbin tedavisini temin edecek kadar çok olmalı ve daha az olmamalıdır. Zira az, kalbi yumuşatamaz, onun için âyeti kerîmede çok zikir emrolunur.
“Ey Mü’minler! Allah’ı çok zikredin, sabah akşam devamlı zikredin.” (Ahzâb sûresi: 41) buyrulmuştur. Keza:
“Allâh’ı çok zikredin ki saadete eresiniz.” (Cum’a sûresi: 10) buyrulmuş.
Âl-i İmran sûresi 41. âyette ise:
“Rabbını çok zikret ve sabah akşam O’nu tesbih et” gibi pek çok âyetlerde bu emir tekrar edilmiştir. Çünkü kalbin yumuşaması ve sadrın şerhi ancak çok zikirle mümkün olur.
Kur’an-ı Kerim’de dört yerde şerhi sadır’dan bahsedilir:
1 – “Allah’ın, kalbine İslam nuru ile genişlik verdiği kimse, kalbi mühürlenmiş ve nursuz kalmış kimse gibi midir? Elbette değildir. Çünkü o, Rabbinden bir nur ile nurlanmıştır. O halde yazıklar olsun, Allahı çok zikretmekten kaçınıp da kalbi sertleşenlere, vah, yazıklar olsun onlara... Allah’ı çok zikretmeği terkedenler, apaçık bir şaşkınlık içindedirler” (Zümer sûresi: 22)
Bu âyeti kerime’de geçen ( røpe ) harfi cerri azlık manasınadır, çünkü arabçada 20 harfi cerrin ayrı ayrı manaları vardır; ( rønY ) harfi cerri de hiç yokluğa delalet eder. ( røpe ) harfi ise azlığa delâlet eder.
Onun için bu âyeti kerime’de (min zikrillâh)ın manası (Allah’ın zikrini tamamen terketmek değil de) (çok zikretmekten geri kalmak) manasına (az zikretmek) anlaşılır. Ve (Allah’ın zikrinin azlığından dolayı kalpleri yumuşamayanlara yazıklar olsun) manasına gelir. Nitekim ( rønY ) harfi cerrinin de tamamen yokluğa ve terketmeğe delâlet ettiğini bildiren âyet-i kerime de şudur:
“Herkim benim zikrimden yüz çevirip uzaklaşırsa, ona çok sıkıntılı bir hayat vardır. Zor bir geçim vardır, ve biz Kıyamet gününde onu kör olarak haşrederiz. Bu kimse o gün der ki: Niçin beni kör olarak haşrediyorsun ya Rabbi? Halbuki dünyada benim gözlerim görmekteydi.” (Tâhâ sûresi: 124-125)
Allah Teâlâ da buyurur ki: Senin hak ettiğin ceza böyledir, sana emirlerimizi bildiren âyetlerimiz geldi de, sen onu unuttun, görmedin. Allahı çok çok zikredin emirleri de o âyetlerimiz arasında idi, onları da unuttun, Allahı da, Kur’an’ı da unuttun. İşte onları unuttuğun gibi, bugün de böylece unutuluyorsun, körlük ve eza içinde bırakılıyorsun, dünyada benim emirlerimi görseydin ve unutmasaydın, bugün burada sen de unutulmayacak ve kör olarak kalkmıyacaktın.
Tabii ki Allah unutmaktan münezzehdir. Burada kulun, dünyadaki kasıtlı unutmasından kinaye olarak, (Allah da seni bilerek böyle kör ediyor) demek olur. İşte bu âyeti kerime’de Allah’ın emirlerini, Kur’an’ını tamamen terkeden ve az bile olsa hiç zikretmiyen kimselerin halini beyan ediyor ve ( rønY ) harfi cerri ile, Allah’ın zikrini tamamen terkedenleri kastediyor. Yukarıda geçen ( røpe ) harfi cerri ise (az zikredenleri) kastetmiştir.
2- “Musa Aleyhisselam (dedi ki): Ey Rabbim! Sadrıma genişlik ver, işimi bana kolaylaştır, dilimdeki düğümü çöz de benim sözümü anlasınlar.” (Tâhâ sûresi: 25-2
Çünkü Hz. Musa, azgın Firavunu imana davet edecekti, Firavun ise pek azgındı. Onunla mücâdele ve mücâhede edecekti. Buna tahammül edebilmek ve karşılaşacağı çetin zorlukları aşabilmek, zulüm ve işkenceleri yenebilmek için sadrının nurlanması, hastalıklardan temizlenmesi, kuvvetli ve huzurlu olması, nefsin bütün arzularından uzak olması icab ediyordu. Bu sebeble Musâ (a.s.) Firavuna karşı giderken Allah’a böyle dua etmişti. İşte insan da nefsine karşı çıkarken böyle dua etmelidir. Çünkü nefsin azgınlığı Firavun’dan daha şiddetlidir, kalbin hastalıkları ile mücâdele ve mücâhede ise, çok çalışmak ve çok tahammül ister. Allah Teâlâ da, çalışanın sadrını nurlandırır ve onun kalbî hastalıklarını giderir.
3 – “Bir kimse ki, Allah onun kalbini İslam nuru ile nurlandırmak ve huzura kavuşturmak, onu doğru yola koymak isterse, onun kalbini İslâmiyete açar. Kimi de bu nurdan mahrum bırakıp saptırmak isterse, kalbini darlık ve sıkıntıya sokar ve her yer ona, dar gelir de sanki semâlara kaçmak ister.” (En’âm sûresi: 125)
Demek ki Allah kulunu nurlandırmak istiyor. Fakat kulun çalışmasını bekliyor. Kul ne kadar taleb ederse Allah da o kadar nurlandırır. Cenab-ı Hak buyuruyor ki:
4 – “Açıp genişletmedik mi sadrını? Üzerindeki ağırlıkları indirmedik mi?” (İnşirah sûresi: 1-2) Zira Cenab-ı Hak Resûlü Ekrem Efendimizin sadrını, bir çocukluğunda, bir de Mirac’a davet ettiğinde şerhetmiş ve kalbini nur ile doldurup sadrını her türlü nefsânî ve beşerî arzu ve heveslerden, kalbî hastalıklardan temizlemişti. Beşerî ihtiraslar tamamen yıkanmış, yerine nûr ve hikmet doldurulmuştu. Çünkü kalbî hastalıklar ve beşerî ihtiraslar, kalbin nurlanmasına, hikmet dolmasına ve kulun Allah’a yaklaşmasına mânî olurlar.
Önce bu hastalıkları tedavi etmek için de, kalb zikredecek, tedavî ve itmi’nan bulabildiği kadar zikretmeğe alışacak, sonra Ruh zikre başlıyacak, o da iyice uyanıncaya kadar zikretmeğe alışacak, sonra kalbin üstünde olan Sırr zikre başlıyacak, o da tam uyandıktan sonra, ruhun üstünde olan Hafî zikredecek, hafî de uyanıp zikri aldıktan sonra zikre kendini verecek, bundan sonra da sadrın ortasında makamı olan Ahfâ’ya zikir verilecek, o da uyanınca, hepsi beraber bütün sadır zikirle uyanmış ve Letâif-i Hamse (5 latife) çalışmış olacaktır.
Letaif-i hamse çalıştıktan sonra, iki kaşın ortasında bulunan Nefse zikir verilecek ve nefsin zikretmesine çalışılacak, ki nefis zikri çok zor kabul eder. Onun için çok gayret etmek lazımdır. Artık nefis de teslim olup da zikre başladıktan sonra, yavaş yavaş Zikr-i Külle geçecek ve bedene zikir yayılmağa başlıyacaktır. Bütün bedenle zikir yapılınca, bedenin hepsi nurlanmağa başlar ve zikri sultanî ile zikre devam edilir. Bundan sonra da Nefyü İsbat başlar. (Huzuru tâm) olur, böylece Şerhi Sadırdan sonra Şerhi Beden olur. Fakat bu hâle mâni olan hastalıklar temizlenmezse olamaz.
Âyet-i kerime’de:
“Hayır hayır, doğrusu onların kendi kazandıkları günahlar kalplerini sarmış kaplamıştır.” (Mutaffifîn sûresi: 14) buyurulmaktadır. Şu halde insan herşeyden evvel günahlardan çok sakınmalı, haramlardan kaçınmalı, haram lokmayı hiç karnına atmamalı, elinden, dilinden fenalık çıkmamasına çalışmalı, kötü söz, kötü amel işlememelidir. Bunlar hangi uzuvla yapılırsa yapılsın, hepsi de kalbe çökerler ve onu kaplarlar, Allah’ın nuruna manî olurlar, sadır daralır, kalb sıkılır, Allah’dan uzaklaşır.
Ayet-i Celîlede şöyle buyrulmaktadır:
“Ne yazık ki, bu ölünün dirilmesinden sonra artık ibret almanız gerekirken aksine kalpleriniz katılaştı, o kalpleriniz taşlar gibi, hatta taştan daha katı oldu. Çünkü taşların öylesi vardır ki, içinden nehirler kaynar, öylesi vardır ki, yarılır da
içinden çeşmeler akar ve öylesi vardır ki Allah korkusundan dolayı dağdan yuvarlanır. Allah yaptığınız hiç bir işten gafil değildir.” (Bakara sûresi: 74) İşte günahlar ve isyanlar insan kalbini öyle katılaştırır ki taşlardan daha sert olur. Taştan su çıkar da, o kimsenin kalbinden bir hayır çıkmaz.
İşte bu kalb sertliği; günahlar, haramlar ve isyanlarla oluyor ve kalbi hastalandırıyor. Bunun tedavisi de yine kalbden başlıyacaktır. Çünkü hastalık nerede ise tedavi orada olacaktır. İçteki hastalık, dışardaki yaraya merhem sürmekle geçer mi? İçerdeki hastalık, içerden tedavi ister.
Kalb bu hastalıklardan kurtulmadıkça kalbin yumuşaması ve nefsin zikretmesi mümkün değildir. Kalb, ruh, sır, hafi, ahfa’dan nefsin zikrine geçince, bu hastalıklar artık temizlenmeğe başlar, amma bu temizlenme olmadan evvel nefsin hâli Nefsi Emmare’dir, Emmâre hakkında Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Hz. Yusuf demiştir ki: (Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis hakikaten daima kötülük emreder, ancak Rabbimin koruduğu nefis müstesnadır.” (Yusuf sûresi:53)
İşte Allah’ın zikriyle kalbî hastalıklarını tedaviye çalışan insan Letâifi Hamse’den sonra Nefsine de zikrettirmeğe muvaffak olunca, Allah da onun kötülüklerini temizleyip korumuş olur. Nefis de kötülükleri emretmekten kurtulur ve sonra da yaptıklarından nedamet duyup pişman olmağa başlar, kendi kendini kötülemeğe geçer ki bu hâline Nefsi Levvame denir.
Cenâb-ı Hak Kıyame suresinin başında:
“Yemin ederim Kıyamet gününe ve yemin ederim yaptığı kötülüklerden ve işleyemediği iyiliklerden pişman olan nefse” (Kıyâme sûresi: 1-2) buyuruyor. Demek ki kötülükten olduğu gibi, az iyilik edişinden de nedamet duyacak insan, niçin fırsat varken daha çok iyilik yapamadım diyecek?..
Bundan sonra nefis Mulheme haline geçer. Bu halde nefis arzu ve işlerinin hayır mı? şer mi? rahmânî mi? şeytânî mi? olduğunu bilmeğe başlar.
Nefsi mülheme, yapacağı ve yapmayacacağı işleri seçebilen bir hâle yükselmiştir. Cenabı Hak, Şems suresinde tam onbir defa yemin ettikten sonra buyurur ki:
“Yemin ederim güneşe ve onun duhâsına, yemîn ederim güneşi takib eden ay’a, yemin ederim güneşin zıyasıyla parladığı zaman gündüze, yemin ederim karanlığı gündüzü örttüğü zaman geceye, yemin ederim semâ’ya ve onu bina edip çatana, yemin ederim arza ve onu döşeyip nimetlerle donatana, yemin ederim nefse ve onu ölçü ile düzenine koyana, ve sonra da isyanı ve itaati, fücur ve takvâyı ilham edip öğretene, ki gerçekten nefsini bütün küfür ve kalbî hastalıklardan, günah ve haramlardan temizliyen kimse mutlaka felah bulmuştur ve nefsini azdıran kimse de husrana uğramıştır.” (Şems sûresi: 1-10)
İşte bu âyetlerde de nefse yapılan ilham ve onu temizleyenin kavuşacağı felah ve saadet bildirilmektedir. Zikri kalbe ve nefse, letaife ve bütün bedene yaptırmak lazımdır, yoksa yalnız dili ile yapılan zikir tedavî yapamaz ve nefse tesir etmez, çünkü dert dilde değil kalbdedir, ağızda değil nefistedir. Dert nerede ise tedavi orada olmalıdır. Bu tedavi ile temizlik yapıldıktan sonra nefis artık mutmainne makamına yükselir. İşte Cenâb-ı Hak bu makamda ona hitab eder. Allah’ın hitabına muhatab olmağa mutmainne makamında layık olur. Cenâb-ı Hak şöyle hitab eder:
“Ey temizlenip de itmi’nana ermiş nefis, dön Rabbine, Râdî ve Merdî olarak yani Rabbin senden hoşnud ve sen de Rabbinden hoşnûd olarak dön Rabbine...” (Fecir sûresi: 27-2 İşte nefsin felahı, Hakka dönüşü bu Mutmainne makamındadır.
Bu yolda (seyrü sülûkda) “artık işin tamam oldu, gidebilirsin” demek yoktur. Çünkü bu yolun sonu yoktur. Artık benim işim tamam oldu deyip giden; yolu yarıda bırakmış olur ve müthiş zarar görür.
`
Bâbıâlide Gümüşhanevî dergahı vardı. Orada 40 gün Erbaıyn yapılırdı. Erbaıyn gecelerinde 124 bin zikir yapılır, Fatihai Şerifenin 7 âyetinde 124 harf vardır. Her harfine bin zikir yapılır, 124 bin zikir yapılmış olurdu. Duası da tam berat gecesi yapılacak şekilde erbaıyn 14 şaban günü biterdi. Sabah biraz ekmek, akşam biraz tuzsuz çorba verilirdi. Sohbetlerde birisi yan tarafına biraz yaslandığı zaman hemen, “Men leyse lehû edebün fehüve matrûd” denirdi ve herkes derhal toparlanırdı.
`
Edeb bu yolun en mühim esasıdır. Bu yolda edeble yürünür, edebi olmayan kimse (mâ’nen) kovulur. Disiplin çok mühimdir. Dersler edeble yapılacak, gece teheccüd kılınacak, dersler seherde olacak, ve ateş tam yanacak. Çünkü yemek tencerede hafif ateşle pişer mi? İçinde et var, sebze var. Sebze çabuk pişer amma, et çiğ kalır ve yemek iyi pişmezse yenilmez.
İşte bütün bu hastalıklardan kalbin tedavisi, nefsin mertebeler kazanması için çok ve devamlı zikir yapmalı. Zikri zamanında ve edeble yapmalı, hiç ihmal etmemeli. Çünkü bu yolda ihmal asla affedilmez ve bir fayda vermez
---İnsan bedeni türâbîdir, toprağa mensubdur. Yemek içmek, uyumak ve şehvet gibi işler itibariyle hayvânîdir. Ama ruh itibariyle de nûrânîdir, Allah’a mensubdur. İnsanda bedenin işleri galib olursa, insan Allah’dan uzaklaşır. Ruh zaifler, kalp kararır... Fakat insanda ruhun arzuları galib olursa, o insan Allah’a yaklaşır, kalbi de nurlanır, bedeni de nurlanır.
Bunun için kalbi temizlemek ve nurlandırmak lazımdır. Kalb temizlenmedikçe nurlanamaz ve bu halde insan asla kalbî hastalıklardan kurtulamaz...
Bir ağacın kökünde çürüklük varsa, onun alameti dallarında, yapraklarında belli olur, meyvesinde görünür. Kalbde de hastalık, çürüklük olursa bedenin her uzvunda ve her işinde onun eseri ve zararı görülür. Onu tedavi etmek lazımdır. Kalbin tedavisi, ruhun mensub olduğu Allah zikriyle yapılır. Kalbin marazı zikrullah ile temizlenir. Ra’d suresinde Cenab-ı Hak buyurur ki:
“Deki: Allah dilediği kimseyi saptırır ve Allah kalbi ile gönülden dönüp bağlanan kimseyi hidayete erdirir... Kalbleri ile Allah’a yönelenler de, Allah’ın zikri ile kalbleri huzura ve sürûra kavuşarak iman edenlerdir... Hakikaten bilesiniz ki, Kalbler ancak Allah’ı zikretmekle doyar, yatışır ve huzura erer.” (Ra’d suresi: 27-2
Her hastalık az ilaçla tedavi olmadığı gibi, kalb hastalığı da az zikirle tedavi olmaz. Kur’anı Kerimde, her yerde Allahı çok zikretmek emrolunmuştur? Fakat adet bildirilmemiştir. (Çok zaman, çok kere, gece gündüz, sabah akşam) gibi sık sık zikretmekten bahsolunmuştur. Kaide icabı, aded bildirilmezse, o emir kemaline masruf olur. Binaenaleyh, çok zikir, kalbin tedavisini temin edecek kadar çok olmalı ve daha az olmamalıdır. Zira az, kalbi yumuşatamaz, onun için âyeti kerîmede çok zikir emrolunur.
“Ey Mü’minler! Allah’ı çok zikredin, sabah akşam devamlı zikredin.” (Ahzâb sûresi: 41) buyrulmuştur. Keza:
“Allâh’ı çok zikredin ki saadete eresiniz.” (Cum’a sûresi: 10) buyrulmuş.
Âl-i İmran sûresi 41. âyette ise:
“Rabbını çok zikret ve sabah akşam O’nu tesbih et” gibi pek çok âyetlerde bu emir tekrar edilmiştir. Çünkü kalbin yumuşaması ve sadrın şerhi ancak çok zikirle mümkün olur.
Kur’an-ı Kerim’de dört yerde şerhi sadır’dan bahsedilir:
1 – “Allah’ın, kalbine İslam nuru ile genişlik verdiği kimse, kalbi mühürlenmiş ve nursuz kalmış kimse gibi midir? Elbette değildir. Çünkü o, Rabbinden bir nur ile nurlanmıştır. O halde yazıklar olsun, Allahı çok zikretmekten kaçınıp da kalbi sertleşenlere, vah, yazıklar olsun onlara... Allah’ı çok zikretmeği terkedenler, apaçık bir şaşkınlık içindedirler” (Zümer sûresi: 22)
Bu âyeti kerime’de geçen ( røpe ) harfi cerri azlık manasınadır, çünkü arabçada 20 harfi cerrin ayrı ayrı manaları vardır; ( rønY ) harfi cerri de hiç yokluğa delalet eder. ( røpe ) harfi ise azlığa delâlet eder.
Onun için bu âyeti kerime’de (min zikrillâh)ın manası (Allah’ın zikrini tamamen terketmek değil de) (çok zikretmekten geri kalmak) manasına (az zikretmek) anlaşılır. Ve (Allah’ın zikrinin azlığından dolayı kalpleri yumuşamayanlara yazıklar olsun) manasına gelir. Nitekim ( rønY ) harfi cerrinin de tamamen yokluğa ve terketmeğe delâlet ettiğini bildiren âyet-i kerime de şudur:
“Herkim benim zikrimden yüz çevirip uzaklaşırsa, ona çok sıkıntılı bir hayat vardır. Zor bir geçim vardır, ve biz Kıyamet gününde onu kör olarak haşrederiz. Bu kimse o gün der ki: Niçin beni kör olarak haşrediyorsun ya Rabbi? Halbuki dünyada benim gözlerim görmekteydi.” (Tâhâ sûresi: 124-125)
Allah Teâlâ da buyurur ki: Senin hak ettiğin ceza böyledir, sana emirlerimizi bildiren âyetlerimiz geldi de, sen onu unuttun, görmedin. Allahı çok çok zikredin emirleri de o âyetlerimiz arasında idi, onları da unuttun, Allahı da, Kur’an’ı da unuttun. İşte onları unuttuğun gibi, bugün de böylece unutuluyorsun, körlük ve eza içinde bırakılıyorsun, dünyada benim emirlerimi görseydin ve unutmasaydın, bugün burada sen de unutulmayacak ve kör olarak kalkmıyacaktın.
Tabii ki Allah unutmaktan münezzehdir. Burada kulun, dünyadaki kasıtlı unutmasından kinaye olarak, (Allah da seni bilerek böyle kör ediyor) demek olur. İşte bu âyeti kerime’de Allah’ın emirlerini, Kur’an’ını tamamen terkeden ve az bile olsa hiç zikretmiyen kimselerin halini beyan ediyor ve ( rønY ) harfi cerri ile, Allah’ın zikrini tamamen terkedenleri kastediyor. Yukarıda geçen ( røpe ) harfi cerri ise (az zikredenleri) kastetmiştir.
2- “Musa Aleyhisselam (dedi ki): Ey Rabbim! Sadrıma genişlik ver, işimi bana kolaylaştır, dilimdeki düğümü çöz de benim sözümü anlasınlar.” (Tâhâ sûresi: 25-2
Çünkü Hz. Musa, azgın Firavunu imana davet edecekti, Firavun ise pek azgındı. Onunla mücâdele ve mücâhede edecekti. Buna tahammül edebilmek ve karşılaşacağı çetin zorlukları aşabilmek, zulüm ve işkenceleri yenebilmek için sadrının nurlanması, hastalıklardan temizlenmesi, kuvvetli ve huzurlu olması, nefsin bütün arzularından uzak olması icab ediyordu. Bu sebeble Musâ (a.s.) Firavuna karşı giderken Allah’a böyle dua etmişti. İşte insan da nefsine karşı çıkarken böyle dua etmelidir. Çünkü nefsin azgınlığı Firavun’dan daha şiddetlidir, kalbin hastalıkları ile mücâdele ve mücâhede ise, çok çalışmak ve çok tahammül ister. Allah Teâlâ da, çalışanın sadrını nurlandırır ve onun kalbî hastalıklarını giderir.
3 – “Bir kimse ki, Allah onun kalbini İslam nuru ile nurlandırmak ve huzura kavuşturmak, onu doğru yola koymak isterse, onun kalbini İslâmiyete açar. Kimi de bu nurdan mahrum bırakıp saptırmak isterse, kalbini darlık ve sıkıntıya sokar ve her yer ona, dar gelir de sanki semâlara kaçmak ister.” (En’âm sûresi: 125)
Demek ki Allah kulunu nurlandırmak istiyor. Fakat kulun çalışmasını bekliyor. Kul ne kadar taleb ederse Allah da o kadar nurlandırır. Cenab-ı Hak buyuruyor ki:
4 – “Açıp genişletmedik mi sadrını? Üzerindeki ağırlıkları indirmedik mi?” (İnşirah sûresi: 1-2) Zira Cenab-ı Hak Resûlü Ekrem Efendimizin sadrını, bir çocukluğunda, bir de Mirac’a davet ettiğinde şerhetmiş ve kalbini nur ile doldurup sadrını her türlü nefsânî ve beşerî arzu ve heveslerden, kalbî hastalıklardan temizlemişti. Beşerî ihtiraslar tamamen yıkanmış, yerine nûr ve hikmet doldurulmuştu. Çünkü kalbî hastalıklar ve beşerî ihtiraslar, kalbin nurlanmasına, hikmet dolmasına ve kulun Allah’a yaklaşmasına mânî olurlar.
Önce bu hastalıkları tedavi etmek için de, kalb zikredecek, tedavî ve itmi’nan bulabildiği kadar zikretmeğe alışacak, sonra Ruh zikre başlıyacak, o da iyice uyanıncaya kadar zikretmeğe alışacak, sonra kalbin üstünde olan Sırr zikre başlıyacak, o da tam uyandıktan sonra, ruhun üstünde olan Hafî zikredecek, hafî de uyanıp zikri aldıktan sonra zikre kendini verecek, bundan sonra da sadrın ortasında makamı olan Ahfâ’ya zikir verilecek, o da uyanınca, hepsi beraber bütün sadır zikirle uyanmış ve Letâif-i Hamse (5 latife) çalışmış olacaktır.
Letaif-i hamse çalıştıktan sonra, iki kaşın ortasında bulunan Nefse zikir verilecek ve nefsin zikretmesine çalışılacak, ki nefis zikri çok zor kabul eder. Onun için çok gayret etmek lazımdır. Artık nefis de teslim olup da zikre başladıktan sonra, yavaş yavaş Zikr-i Külle geçecek ve bedene zikir yayılmağa başlıyacaktır. Bütün bedenle zikir yapılınca, bedenin hepsi nurlanmağa başlar ve zikri sultanî ile zikre devam edilir. Bundan sonra da Nefyü İsbat başlar. (Huzuru tâm) olur, böylece Şerhi Sadırdan sonra Şerhi Beden olur. Fakat bu hâle mâni olan hastalıklar temizlenmezse olamaz.
Âyet-i kerime’de:
“Hayır hayır, doğrusu onların kendi kazandıkları günahlar kalplerini sarmış kaplamıştır.” (Mutaffifîn sûresi: 14) buyurulmaktadır. Şu halde insan herşeyden evvel günahlardan çok sakınmalı, haramlardan kaçınmalı, haram lokmayı hiç karnına atmamalı, elinden, dilinden fenalık çıkmamasına çalışmalı, kötü söz, kötü amel işlememelidir. Bunlar hangi uzuvla yapılırsa yapılsın, hepsi de kalbe çökerler ve onu kaplarlar, Allah’ın nuruna manî olurlar, sadır daralır, kalb sıkılır, Allah’dan uzaklaşır.
Ayet-i Celîlede şöyle buyrulmaktadır:
“Ne yazık ki, bu ölünün dirilmesinden sonra artık ibret almanız gerekirken aksine kalpleriniz katılaştı, o kalpleriniz taşlar gibi, hatta taştan daha katı oldu. Çünkü taşların öylesi vardır ki, içinden nehirler kaynar, öylesi vardır ki, yarılır da
içinden çeşmeler akar ve öylesi vardır ki Allah korkusundan dolayı dağdan yuvarlanır. Allah yaptığınız hiç bir işten gafil değildir.” (Bakara sûresi: 74) İşte günahlar ve isyanlar insan kalbini öyle katılaştırır ki taşlardan daha sert olur. Taştan su çıkar da, o kimsenin kalbinden bir hayır çıkmaz.
İşte bu kalb sertliği; günahlar, haramlar ve isyanlarla oluyor ve kalbi hastalandırıyor. Bunun tedavisi de yine kalbden başlıyacaktır. Çünkü hastalık nerede ise tedavi orada olacaktır. İçteki hastalık, dışardaki yaraya merhem sürmekle geçer mi? İçerdeki hastalık, içerden tedavi ister.
Kalb bu hastalıklardan kurtulmadıkça kalbin yumuşaması ve nefsin zikretmesi mümkün değildir. Kalb, ruh, sır, hafi, ahfa’dan nefsin zikrine geçince, bu hastalıklar artık temizlenmeğe başlar, amma bu temizlenme olmadan evvel nefsin hâli Nefsi Emmare’dir, Emmâre hakkında Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Hz. Yusuf demiştir ki: (Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis hakikaten daima kötülük emreder, ancak Rabbimin koruduğu nefis müstesnadır.” (Yusuf sûresi:53)
İşte Allah’ın zikriyle kalbî hastalıklarını tedaviye çalışan insan Letâifi Hamse’den sonra Nefsine de zikrettirmeğe muvaffak olunca, Allah da onun kötülüklerini temizleyip korumuş olur. Nefis de kötülükleri emretmekten kurtulur ve sonra da yaptıklarından nedamet duyup pişman olmağa başlar, kendi kendini kötülemeğe geçer ki bu hâline Nefsi Levvame denir.
Cenâb-ı Hak Kıyame suresinin başında:
“Yemin ederim Kıyamet gününe ve yemin ederim yaptığı kötülüklerden ve işleyemediği iyiliklerden pişman olan nefse” (Kıyâme sûresi: 1-2) buyuruyor. Demek ki kötülükten olduğu gibi, az iyilik edişinden de nedamet duyacak insan, niçin fırsat varken daha çok iyilik yapamadım diyecek?..
Bundan sonra nefis Mulheme haline geçer. Bu halde nefis arzu ve işlerinin hayır mı? şer mi? rahmânî mi? şeytânî mi? olduğunu bilmeğe başlar.
Nefsi mülheme, yapacağı ve yapmayacacağı işleri seçebilen bir hâle yükselmiştir. Cenabı Hak, Şems suresinde tam onbir defa yemin ettikten sonra buyurur ki:
“Yemin ederim güneşe ve onun duhâsına, yemîn ederim güneşi takib eden ay’a, yemin ederim güneşin zıyasıyla parladığı zaman gündüze, yemin ederim karanlığı gündüzü örttüğü zaman geceye, yemin ederim semâ’ya ve onu bina edip çatana, yemin ederim arza ve onu döşeyip nimetlerle donatana, yemin ederim nefse ve onu ölçü ile düzenine koyana, ve sonra da isyanı ve itaati, fücur ve takvâyı ilham edip öğretene, ki gerçekten nefsini bütün küfür ve kalbî hastalıklardan, günah ve haramlardan temizliyen kimse mutlaka felah bulmuştur ve nefsini azdıran kimse de husrana uğramıştır.” (Şems sûresi: 1-10)
İşte bu âyetlerde de nefse yapılan ilham ve onu temizleyenin kavuşacağı felah ve saadet bildirilmektedir. Zikri kalbe ve nefse, letaife ve bütün bedene yaptırmak lazımdır, yoksa yalnız dili ile yapılan zikir tedavî yapamaz ve nefse tesir etmez, çünkü dert dilde değil kalbdedir, ağızda değil nefistedir. Dert nerede ise tedavi orada olmalıdır. Bu tedavi ile temizlik yapıldıktan sonra nefis artık mutmainne makamına yükselir. İşte Cenâb-ı Hak bu makamda ona hitab eder. Allah’ın hitabına muhatab olmağa mutmainne makamında layık olur. Cenâb-ı Hak şöyle hitab eder:
“Ey temizlenip de itmi’nana ermiş nefis, dön Rabbine, Râdî ve Merdî olarak yani Rabbin senden hoşnud ve sen de Rabbinden hoşnûd olarak dön Rabbine...” (Fecir sûresi: 27-2 İşte nefsin felahı, Hakka dönüşü bu Mutmainne makamındadır.
Bu yolda (seyrü sülûkda) “artık işin tamam oldu, gidebilirsin” demek yoktur. Çünkü bu yolun sonu yoktur. Artık benim işim tamam oldu deyip giden; yolu yarıda bırakmış olur ve müthiş zarar görür.
`
Bâbıâlide Gümüşhanevî dergahı vardı. Orada 40 gün Erbaıyn yapılırdı. Erbaıyn gecelerinde 124 bin zikir yapılır, Fatihai Şerifenin 7 âyetinde 124 harf vardır. Her harfine bin zikir yapılır, 124 bin zikir yapılmış olurdu. Duası da tam berat gecesi yapılacak şekilde erbaıyn 14 şaban günü biterdi. Sabah biraz ekmek, akşam biraz tuzsuz çorba verilirdi. Sohbetlerde birisi yan tarafına biraz yaslandığı zaman hemen, “Men leyse lehû edebün fehüve matrûd” denirdi ve herkes derhal toparlanırdı.
`
Edeb bu yolun en mühim esasıdır. Bu yolda edeble yürünür, edebi olmayan kimse (mâ’nen) kovulur. Disiplin çok mühimdir. Dersler edeble yapılacak, gece teheccüd kılınacak, dersler seherde olacak, ve ateş tam yanacak. Çünkü yemek tencerede hafif ateşle pişer mi? İçinde et var, sebze var. Sebze çabuk pişer amma, et çiğ kalır ve yemek iyi pişmezse yenilmez.
İşte bütün bu hastalıklardan kalbin tedavisi, nefsin mertebeler kazanması için çok ve devamlı zikir yapmalı. Zikri zamanında ve edeble yapmalı, hiç ihmal etmemeli. Çünkü bu yolda ihmal asla affedilmez ve bir fayda vermez