Kur’ân-ı Kerîm’de, çeşitli âyetlerde kalpleri Allah’ın dâvet ve hidâyetine kapalı kalplerden bahsedilmiştir. Bir misal olmak üzere, şu âyet-i kerimeleri nakledebiliriz.
“Onlar, sağır, dilsiz ve kördürler. Bu sebeple onlar, (hakîkate) dönemezler.” (el-Bakara, 18)
“Elbette sen ölülere duyuramazsın! Arkalarını dönüp giderlerken, sağırlara o dâveti işittiremezsin! Sen körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola getiremezsin! Ancak âyetle­rimize inanıp da teslîm olanlara duyurabilirsin!” (en-Neml, 80-81)
Bu âyetlerde zikri geçen ve mânevî olarak hiçbir meziyet taşımayan bu mühürlü kalbler, tamâmen hayvânî bir hayata dalarak dünyâyı sâdece yemek, içmek ve eğlenmek gibi ten planındaki gel-geç heveslerden ibâret görürler. Cesetler nasıl ki, toprakta çürüyüp giderse, bu nevî kalbler de inkâr karanlık ve bataklıkları içinde öylece kaybolup giderler. Dalâlete (sapıklığa) dûçâr olan bu kalbler, yalnız kendilerini değil, kendilerine yakın olanları da hazîn bir âkıbete sürüklerler.
Onlar yaşadıkları hayat ve yönelişleri sebebiyle Allah’ı unutmuş, Allah da bu isyan ve nisyanlarına mukabil onlara kendilerini unutturmuştur. (Bkz: el-Haşr, 19) Artık kalblerindeki bu mühür ve kilitleri açmak, ancak varlığını ve kudretini unuttukları Allâh’a kalmıştır.
Diğer taraftan dünya hayatında kal­bi mü­hür­le­nip hi­dâ­yet ka­pı­la­rı­nın kendisine ka­pan­mış bulunduğu kimseleri, zâhiren tanımamız mümkün değildir. İç âlemlerini ve kalblerinin derûnunu, sadece Allah Teâlâ bilir. Kur’ân-ı Kerîm, böylesi mühürlü kalb sahiplerinin vasıflarını saymış, ancak bu kimseleri isim isim zikretmemiştir.
Bu sebeple biz, muhatabımız kim olursa olsun, tebliğ ve dâvete devam etmeliyiz. Onların inkârda ısrar etmeleri, bizim tebliğ sorumluluğumuzu düşürmez. Yine küfür üzerinde devam etmeleri de bizim tebliğde başarısız olduğumuz mânâsına gelmez. Çünkü bizim üzerimize düşen sadece tebliğdir; o tebliğin tesirini halkedecek (yaratacak) olan ise Allah’tır. Nitekim Peygamber Efendimiz Ebû Cehil’e, Ebû Leheb’e ve emsâli azılı kâfirlere, hayatta bulundukları müddetçe tebliğe devam etmiştir. İlâhlık iddiasında bulunan Firavun ve Nemrud’a peygamberler gönderilmiş olmasının hikmetlerinden birisi de budur. Gerçekten, kimin, ne zaman, hangi vesileyle hidâyete ereceğini Allah’tan başka kimse bilemez. Sonuç olarak bize düşen, elimizden geldiği kadar en güzel şekliyle dinimizi tebliğ etmektir.
İnsanların hâli hazırdaki hâlleri de değişkendir. Fi­ra­vun’un si­hir­baz­la­rı mi­sâ­li, da­lâ­let üze­re ya­şa­yıp âhir ömür­le­rin­de hi­dâ­ye­te eren­ler ol­du­ğu gi­bi, Kâ­run ve Bel’am bin Ba­ura mi­sâ­li, hi­dâ­yet üze­re yü­rü­yüp, so­nun­da def­te­ri­ni hüs­ran­la ka­pat­mış olan­lar da mev­cuttur. Bu yüzden biz, böylelerinin hâlinden ibret almalı, Cenâb-ı Hak’tan iman üzere sabit kadem etmesini niyaz etmeli ve fecî bir âkıbete düşmemek için devamlı sûrette istikamet üzere yaşamalıyız. Kalbin taşlaşmasını ve neticede mühürlenmesini engelleyen en büyük reçete, «zikrullah» (Allah’ı hatırlamak)’tır.(Bkz: el-Bakara, 74)
(Sebnem Dergisi)
“Onlar, sağır, dilsiz ve kördürler. Bu sebeple onlar, (hakîkate) dönemezler.” (el-Bakara, 18)
“Elbette sen ölülere duyuramazsın! Arkalarını dönüp giderlerken, sağırlara o dâveti işittiremezsin! Sen körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola getiremezsin! Ancak âyetle­rimize inanıp da teslîm olanlara duyurabilirsin!” (en-Neml, 80-81)
Bu âyetlerde zikri geçen ve mânevî olarak hiçbir meziyet taşımayan bu mühürlü kalbler, tamâmen hayvânî bir hayata dalarak dünyâyı sâdece yemek, içmek ve eğlenmek gibi ten planındaki gel-geç heveslerden ibâret görürler. Cesetler nasıl ki, toprakta çürüyüp giderse, bu nevî kalbler de inkâr karanlık ve bataklıkları içinde öylece kaybolup giderler. Dalâlete (sapıklığa) dûçâr olan bu kalbler, yalnız kendilerini değil, kendilerine yakın olanları da hazîn bir âkıbete sürüklerler.
Onlar yaşadıkları hayat ve yönelişleri sebebiyle Allah’ı unutmuş, Allah da bu isyan ve nisyanlarına mukabil onlara kendilerini unutturmuştur. (Bkz: el-Haşr, 19) Artık kalblerindeki bu mühür ve kilitleri açmak, ancak varlığını ve kudretini unuttukları Allâh’a kalmıştır.
Diğer taraftan dünya hayatında kal­bi mü­hür­le­nip hi­dâ­yet ka­pı­la­rı­nın kendisine ka­pan­mış bulunduğu kimseleri, zâhiren tanımamız mümkün değildir. İç âlemlerini ve kalblerinin derûnunu, sadece Allah Teâlâ bilir. Kur’ân-ı Kerîm, böylesi mühürlü kalb sahiplerinin vasıflarını saymış, ancak bu kimseleri isim isim zikretmemiştir.
Bu sebeple biz, muhatabımız kim olursa olsun, tebliğ ve dâvete devam etmeliyiz. Onların inkârda ısrar etmeleri, bizim tebliğ sorumluluğumuzu düşürmez. Yine küfür üzerinde devam etmeleri de bizim tebliğde başarısız olduğumuz mânâsına gelmez. Çünkü bizim üzerimize düşen sadece tebliğdir; o tebliğin tesirini halkedecek (yaratacak) olan ise Allah’tır. Nitekim Peygamber Efendimiz Ebû Cehil’e, Ebû Leheb’e ve emsâli azılı kâfirlere, hayatta bulundukları müddetçe tebliğe devam etmiştir. İlâhlık iddiasında bulunan Firavun ve Nemrud’a peygamberler gönderilmiş olmasının hikmetlerinden birisi de budur. Gerçekten, kimin, ne zaman, hangi vesileyle hidâyete ereceğini Allah’tan başka kimse bilemez. Sonuç olarak bize düşen, elimizden geldiği kadar en güzel şekliyle dinimizi tebliğ etmektir.
İnsanların hâli hazırdaki hâlleri de değişkendir. Fi­ra­vun’un si­hir­baz­la­rı mi­sâ­li, da­lâ­let üze­re ya­şa­yıp âhir ömür­le­rin­de hi­dâ­ye­te eren­ler ol­du­ğu gi­bi, Kâ­run ve Bel’am bin Ba­ura mi­sâ­li, hi­dâ­yet üze­re yü­rü­yüp, so­nun­da def­te­ri­ni hüs­ran­la ka­pat­mış olan­lar da mev­cuttur. Bu yüzden biz, böylelerinin hâlinden ibret almalı, Cenâb-ı Hak’tan iman üzere sabit kadem etmesini niyaz etmeli ve fecî bir âkıbete düşmemek için devamlı sûrette istikamet üzere yaşamalıyız. Kalbin taşlaşmasını ve neticede mühürlenmesini engelleyen en büyük reçete, «zikrullah» (Allah’ı hatırlamak)’tır.(Bkz: el-Bakara, 74)
(Sebnem Dergisi)