Deniz Seki’yle iki kat cama ellerimizi dayadık VE AÄžLADIK
Bakırköy Kadın Kapalı İnfaz Kurumu’nun önünde dikiliyorum. Ve demir kapıyı çalıyorum. TAK... TAK... TAK...
İnsanı ezen, ürküten, korkutan, sanki cezalandıran kocamaaan demir bir kapı.
Önünde küçüldükçe küçülüyorum.Birden açılıveriyor.
Kamera, cezaevi denilen yerin içindeki binaları geniş görüyor, sarı-bej bir yer, kuru kupkuru, yeşillik sıfır, ruh yok, sıcak, kavruluyor, sanki atom bombası atılmış ve herkes ölmüş.
Kendi kendime, "Ne bekliyordun ki?" diyorum, "Tatil köyü olacak hali yok ya..."
Eli silahlı jandarma, "Kime geldiniz?" diyor.
Gülümsemeye çalışıyorum ama gülümsemem havada asılı kalıyor, bu diyarlarda kimse pek gülmüyor galiba.
"Deniz Seki’ye..." diyorum.
"Görüşemezsiniz!"
"Savcıdan özel iznim var..."
"Bakim..."
Birilerine sesleniyor, hepsi onlara verdiğim evrakı inceliyor, "Tamam... Sağdaki binaya gidin."
Kendimi Kadın Kapalı İnfaz Kurumu’nun, yani cezaevinin sınırları içinde buluyorum.
Ve eyvah, o kocaman kapı, arkamdan kapanıveriyor.
Şrankkkk diye...
*
Bir sürü güvenlik kontrolünden geçiyorum.
"Şimdi bir de göz kaydı alacağız!"
Hay hay.
Meğer cezaevine giren herkes; ziyaretçiler, avukatlar her giriş için göz kaydı verirmiş. Gözün okunuyor yani. Göz bebeklerini bir alete yakınlaştırıyorsun, fotoğrafını çekiyorlar.
Sonra da cezaevindeki her kapıyı gözlerinle açıyorsun.
Sürreel geliyor, Blade Runner filmindeki gibi. Yine bir güvenlik kontrolünden geçiyorum.
Bitti.
Şimdi artık Deniz’i görebilirim.
Ama o, başka bir binada.
Güneşin alnında kavrulan ve o atom bombası atılmış gibi bomboş duran avluda, bir başka binaya doğru yürüyorum.
Çıt yok.
Bir takım sesler duyuyorum, kendi topuk sesim galiba.Tekrar bir güvenlik kontrolü.
Ayakkabılarıma kadar çıkarıyorum.
Ve sonra... Görüp göreceğim en fantastik kapıyla, burun buruna geliyorum.
Döner bir kapı aslında...
Ürkünç, korkunç, aşılması, geçilmesi imkansız kapı...
Mikser ucuna benziyor ya da yuvarlak saç fırçaları vardır ya onlara...
Birbirine geçmiş dişlileri var...
Komple çelik, parıl parıl parlıyor...
İşte onu, gözlerimle açmam söyleniyor.
"Nasıl yani?" diyorum.
"Orada cihazı var, içine bakacaksınız!" diyor kadın görevli.
Yaklaşıyorum ve cihazın gözünün bebeğine bakıyorum. O kapının haşmetine asla yakışmayacak abuk sabuk bir "Biiiiip" sesi çıkıyor.
Bu dev kapı resmen beni tanıyor!
Diyorlar ki, "Şimdi içinden yürü..."
Aman Allah’ım, o korkunç şeyin içinden nasıl geçeceğim?
Orama burama, dişliler batmayacak mı?
Gözlerimi sıkı sıkı kapatıyorum.
Yürüyorum ve ve ve ve ...
Bir anda taraf değiştiriyorum.
Artık tutukluların arasındayım.
*
İçinden geçtiğim kapıya şöyle bir dönüp bakıyorum.
İşte cezaevi psikolojisi denilen şey bu, kapılar, kapılar, kapılar... Ve bütün o kapıları senin üstüne kapıyorlar, üstelik kilitliyorlar. Önümde mağazalardaki elbise deneme kabinleri gibi, sıra sıra, küçük odalar var.
Görüş, burada gerçekleşecek.
Beni en sonuncusuna yolluyorlar.
Arada bir cam var, Deniz, karşı tarafa gelecek.
Duvarda da bir telefon asılı, telefonla konuşacağız. Çünkü o çift camdan bir şey duymaya olanak yok.
Benim olduğum tarafın, sarımsı bej duvarlarında yazılar var; isimler, aşk sözcükleri, tekme izleri, pek temiz değil, hatta pis...
Deniz’in tarafı ise tertemiz...
Orada, kolaysa sinirlenince tekme at.
Ne sandalye, ne herhangi oturacak bir şey...
Ayakta öylece bekliyorum.
*
Ve işte nihayet, bir hareket, bir kıpırtı...
Cezaevi memurları eşliğinde, bir kadın geliyor.
Siyah tayt, siyah bir tişört.
Cezaevinde insanlar ya kararır ya sararırmış.
Bu, resmen parlıyor.
Işıl, ışıl.
Karşımda duran kadın, gerçekten Deniz Seki mi?
O hükümet gibi kadın gitmiş, küçülmüş, süzülmüş, çekmiş.
İnanılmaz zayıflamış.
Sanki içinden başka bir kadın çıkmış gibi.
Dese ki, "Ben Deniz Seki’nin 12 yaş küçük kardeşiyim" inanacağım...
Acayip duru bir güzellik gelmiş üzerine.
Telefonu alıyorum, "Müthiş görünüyorsun, bu kadar yarıyorsa biz de gelelim!" diyorum.
"Gel" diyor, "Zaten memleketin çoğu içeride!"
Gülüyoruz.
Birbirimizin tam gözünün içine bakıyoruz.
Yüzünün ifadesini nasıl anlatsam size?
Amelie filmindeki kızın ifadesi gibi.
Bir sürü şey söylüyor gözleri.
Cezaevi; insanın, aynı zamanda, bakışarak da anlaştığı bir yer.
Evet, telefonla konuşuyorsunuz ama o telefonların da dinlendiğini bildiğiniz için gözlerinizle anlaşıyorsunuz.
Bir süre öylece duruyoruz.
Ve sonra, çok tuhaf, birbirimize bakarak ağlamaya başlıyoruz.
Karşılıklı...
Önce yavaş yavaş, sonra katıla katıla.
Derken, durup gülmeye başlıyoruz.
Demek ki böyle oluyor, insan duygusal olarak bir uçtan bir diğerine savruluyor.
"Hadi anlat" diyorum.
"Ne anlatayım?" diyor.
"Nasıl yaşıyorsun, neler yapıyorsun?"
"18 kişilik bir koğuşta kalıyorum. Çoğu bankacı. Çok zeki, çok parlak insanlar. Bir aile olduk. Koğuşun pozitif meleğiyim. Bu halimle, moral veriyorum insanlara. Herkesle iletişimim çok iyi, Allah için uyumluyum..."
"Ama yani, cezaevi denilen yer, öyle böyle değil, daha aşağısı yok, insanlığın dibi, ölmüşüm de ölüme bakıyormuşum gibi hissediyorum..."
"Bu kadar gözyaşım olduğunu ben de bilmiyordum. Tarifi olmayan bir çaresizlik. Her şey belirsiz. Daha henüz iddianamesi bile yazılmamış insanlar var burada, tutuklu yargılanıyorlar, ne zaman mahkemeye çıkacakları belli değil, elleri kolları bağlı, bekliyorlar..."
"Senin mahkemen 1 Ekim’deydi değil mi?" diyorum.
"Evet, daha 90 gün var" diyor, "1 Ekim’de tam 218 gün olacak. Tabii ki kendime acıyorum. Ben başkalarına uyuşturucu temin etmedim, aracılık etmedim. Örgüt diyorlar. Allah aşkına, örgütle benim ne gibi bir alakam olabilir, uyuşturucu ticareti yapan biri değilim. Kim inanır böyle bir şeye..."
Ağlıyor.
Gözüm, boynundaki Allah yazan gümüş kolyeye takılıyor.
"Her şey düzelecek, sakin ol" diyorum.
Yine yüzündeki o Amelie ifadesiyle, bana bakıyor.
"Sabretmeyi öğrendim burada. Öfke kontrolünü öğrendim. Daha bir sürü şey... Bakma, bir okul gibi aslında. Arada neşelenmek için kahve falı bakıyoruz, ama falda uzun boylu esmer adamlar görmüyoruz, hakimler, savcılar var bizim falımızda... Düşün, burada Türk Ceza Kanunu’nu ezberliyoruz..."
"Bu kadar kadının bir arada olması eğlencelidir de aynı zamanda. Öyle değil mi?" diyorum.
"Tabii, tabii" diyor. "Kantinden saç boyası alıyoruz. Moral olsun diye saçlarımızı boyuyoruz. İyi ve bakımlı durmaya çalışıyoruz. Kantinde Flormar ruj satılıyor ve Pastel rimel. Komik olanı şu, ben hayatım boyunca ’water proof’ rimel kullandım, benim rimelim hiç akmadı yani, sen bir de şimdi gör halimi, kirpiklerimi boyayıp ağlarsam, palyaçoya dönüyorum..."
"Müzik peki?" diyorum, "Şarkı söylüyor musun?"
"Elbette" diyor, "Ama Deniz Seki olarak değil. Burada Deniz’im. Sadece Deniz. Kafamı dağıtmak için temizlik yapıyorum. Temizlik yaparken söylüyorum..."
"Nasıl yani temizlik?" diyorum.
"Yerleri Vileda’lıyorum" diyor, "Bak, eskiden parmaklarımda mikrofon nasırı olurdu, şimdi Vileda nasırı var. Ama yanlış anlama, beni kimse zorlamıyor, yerleri paspaslamak beni oyalıyor. İşte o zamanlar mırıldanıyorum. Çamaşırlarımı da kendim yıkıyorum. Leğende, ayaklarımla. Sonra kafamı kaldırıyorum, bir bakıyorum televizyonda Deniz Seki’nin klibi dönüyor, vay be diyorum, nereden nereye..."
"Bir sürü şarkı yazdım. Burada, inanılmaz üretkenim. Ses kayıt cihazı olsaydı, daha da iyi olurdu ama kabul etmediler. Sonra, boyuna okuyorum, Elif Şafak’ın Aşk’ını bitirdim, tasavvufa merak sardım, Gülben kitaplar getirdi, onları hatmettim. Habire yazıyorum, çiziyorum. Geleceğimi planlıyorum...
"Çıkınca yapacaklarını mı?" diyorum.
"Evet" diyor, "Bir kere engelliler için çalışmak istiyorum. Sonra uyuşturucu karşıtı derneklerde görev almak istiyorum. Müzikal yazmak istiyorum. Bir cezaevi müzikali düşünüyorum. Bir de cezaevi sergisi. Her şeyi saklıyorum. Çamaşır yıkadığımız leğeni, yemek yediğimiz tabakları, çatalları, bıçakları. Sadece benim hayatımın bir kesitini anlatan bir sergi olmayacak, buradaki arkadaşlarımın ruh hallerini de, duygularını da yansıtacak..."
"Bayağı aktifsin!" diyorum.
"Sen ne diyorsun!" diyor, "İlk geldiğimde hızımı alamadım, 50 tane bere ördüm. Sonra bir ara mektuplara sardırdım. Hayranlarım hiç yalnız bırakmıyor, sağ olsunlar çuvallar dolusu destek mektubu geliyor..."
"En çok neyi özledin?"
"Sahneye çıkmayı, doğayı, gökyüzünü, bizim gökyüzümüz dikdörtgen burada (ağlıyor)... Toprağa ve çimene dokunmayı, denizi... Annemi, kardeşlerimi... Onlara doyasıya sarılmayı... Kimin dost, kimin düşman olduğunu gayet iyi görüyor insan burada... Sonra evimi... O minik balkonumda oturmayı, Boğaz’a bakmayı, gözlerimi kapayıp Boğaz havasını içime çekmeyi...
"Dışarıda bana büyükmüş gibi gelen sorunları, şimdi burada düşünüyorum da, hiçbirinin önemi yokmuş. Üzülmeye değmezmiş. Ben kendime kötü davranmışım, çok yüklenmişim. İçeride, size belki önemsiz gibi gelecek şeylere takıyorum. Dün mesela, bir kelebek getirdiler. Ölmek üzereydi, inanır mısın, aklım çıktı ölecek diye, ona nefesimle can verdim. Onu yaşattım. Nasıl mutlu oldum anlatamam. Dün, dünyanın en önemli olayı buydu..."
*
Daldan dala atlayarak ne kadar çok şey konuştuğumuzu anlamam size...
Konu konuyu açıyor.
Deniz, bıcır bıcır anlatıyor.
Michael Jackson’ı bile yád ettik!
Spor yaptığını söylüyor, kızlarla voleybol oynuyormuş.
Koğuşta, ranzanın altında yatıyormuş, "Alışık olmadığım için takkkk diye kafamı çarpıyordum her seferinde, şimdi alıştım" diyor.
"Burada, bütün bu imkansızlıklar içinde acayip yaratıcı oluyorsun" diyor, nohut yemeğinden humus yapıyorlarmış mesela, "Nasıl yapıyorsunuz?" diyorum, "Uzman olduk hepimiz, nohutların suyunu alıyoruz, sonra onu bir güzel bir işlemden geçiriyoruz" diyor.
"Bu arada, yarın doğum günün, nice mutlu senelere, doğum günün kutlu olsun" diyorum. Yüzünden bir hüzün bulutu geçiyor, "Sağol" diyor, "Tahliye olduğum günü doğum günü sayacağım."
O anda bilmiyorum tabii, ertesi gün annesinden öğreniyorum, doğum gününde koğuş arkadaşları ona sürpriz parti yapmışlar. O yokluk içinde, patatesleri biriktirmişler, patates pek bir değerliymiş içeride, Deniz’in şerefine patates salatası yapmışlar.
Bir de mozaik pasta.
En hoşu da şu, o mozaik pastanın tepesine kulak temizleme çubuklarını dikmişler.
"Neden?" diye sorun hadi...
Sordunuz mu?
Onlar, mum oluyor!
Deniz Seki, 39 yaşına, cezaevinde, kulak temizleme çubuklarını üfleyerek giriyor.
Bir ayrıntı daha; meğer cezaevinde, renkli mektup kağıtları çok önemli bir şeymiş, herkes o kağıtlara gözü gibi bakarmış, Deniz için onlara kıymışlar.
Kırpıp, kırpıp, konfeti yapmışlar.
Doğum günü kızının, başından aşağıya dökmüşler.
Ve hep bir ağızdan ona Deniz Seki şarkıları söylemişler.
Mutluluktan deliye dönmüş tabii.
Yine ağla, ağla...
Ama bu sefer mutluluktan!
O da, onlara, "Pişmanım" şarkısını söylemiş. Gerçekten de hepimizin, yaşadıklarımızdan ders çıkarması gerekiyor.
Ben kendi adıma, Deniz’in bu yaşadıklarından fazlasıyla ders çıkardığını söyleyebilirim.
*
Deniz, bir an evvel mahkemeye çıkmak istiyor.
Budur. İstediği budur.
Ne kadar çabuk olursa o kadar iyi.
Kendini savunmak istiyor.
Olan biteni, bir de mahkemede anlatmak istiyor.
Suçlu bulunursa tamam...
Ama bulunmazsa bu 218 günün hesabını kim verecek, o da bilinmiyor.
Tuhaf!
Bu kadar çok şey konuşuyoruz, bir kere bile, uğruna, deli divane olunan adamın adı geçmiyor.
"Peki o?" diyorum.
Sorumu hiç duymamış gibi...
Onca şeyi hiç yaşamamış , o adamı hiç tanımamış, hiç sevmemiş, onunla hiç sevişmemiş gibi...
O adam yok artık... Anılmıyor...
Üzerine konuşulmuyor...
Ne iyi ne kötü... Hiçbir şey söylemiyor.
Hiçlik.
Sonra konu değişiyor, tekrar daldan dala atlanıyor, bir ara "Çıkınca anne olmak istiyorum" diyor, yeniden gözleri parlıyor.
Bakışıyoruz.
Ellerimiz camda birleşiyor.
Ağlak halimize yine gülüyoruz.
Ve sonra, "Alo... Alo...?"
Ses duyulmuyor. Zaman doldu.
Telefonu kestiler.
Kimseyi mahkemeye çıkartmadan 218 gün bekletemezsiniz Bu, insan hakları ihlalidir
Deniz Seki’nin iki avukatı var: Filiz Kayalı ve Naim Karakaya. Bu dosyada görev almaya, mahkemece duruşma günü belirlendikten sonra başlamışlar. Eksiklikleri ve yapılması gerekenleri anında fark etmişler. Gerekli başvurular, zamanında yapılsaydı, Seki 24 Şubat’tan beri tutuklu olmayabilirdi. Şu anda ellerinden geleni yapıyorlar, bu dava ile bir tez çalışması gibi ilgileniyorlar...
Deniz Seki tam olarak neden içeride?
FİLİZ: Hakkındaki suçlamalar, uyuşturucu madde kullanma, başkalarına temin etme, aracılık etme vesaire... Bir de örgüt var. Ama savcının, Seki’nin bu suçu, örgüt kapsamında işlediğine dair herhangi bir iddiası ve kanaati yok...
Uyuşturucu ticareti yaptığı düşünülüyor yani...
FİLİZ: Evet. Kullandığı maddenin kokain olması sebebiyle, cezası 24.5 yıl olarak ön görülüyor...
Diyelim ki ben içiciyim, uyuşturucuyu temin ettiğim kişiyi de, bir arkadaşımla tanıştırıyorum... O zaman, bu işin ticaretini mi yapıyor sayılıyorum?
NAİM: Evet, bunlar satış olarak değerlendiriliyor. Deniz Seki hakkındaki iddianamede iki suçlama var: 1- Başkasına verme. 2- Satıcıyı bir başkasıyla tanıştırma...
Kaç kişiyle tanıştırmış?
NAİM: Zaten mesele de bu, kimseyle tanıştırmamış! Ama aynı yerde birkaç kişi birlikte uyuşturucu kullanmışlar...
O zaman, onlar niye içeride değil?
NAİM: O da tartışılması gereken ayrı bir mevzu. Bir miktar istemişler, birlikte kullanmışlar. Yargıtay’ımız bunu, "başkasına verme" olarak değerlendirmiyor. "Başkasına verme"yi, onun adresine gönderme, satıcıyla başkasını tanıştırma olarak görüyor. Zaten bizim savunmamız da bu yönde. Ama birtakım problemler var. Deniz Seki ile satıcı arasında...
Para meselesi mi?
NAİM: Evet. Deniz Seki mal alıyor, hesaba yazdırıyor, mal alıyor, hesaba yazdırıyor. Satıcı da, parayı tahsil edemeyeceğini düşündüğü için artık ona mal vermek istemiyor. Seki de, bu sefer başkalarının ismini kullanarak, mal temin etmeye yöneliyor. O gün, o mal için nakit parası var, ama sadece onu vermek istiyor...
Borcun gerisini ödemek istemiyor.
NAİM: Aynen öyle. Fakat şurayı atlamayın: Seki, uyuşturucuyu hep kendi olduğu yerlere istiyor. Bir arkadaşının evine mesela ama o evde sadece arkadaşı yok, kendi de orada. Yargıtay’ımız bunu "kullanma" olarak öngörüyor ama "başkasına verme" olarak değerlendirmiyor. Sadece müvekkilimi savunmak için söylemiyorum bunları, anlattıklarımı telefon kayıtlarının baz istasyonları da ispatlıyor.
Ben hayatımda ilk defa mal satmak istemeyen bir "torbacı" duyuyorum... Onlar, sonsuza kadar insanı borçlandırmak istemez mi?
NAİM: Satıcının, mal satmak istememesinin bir başka sebebi de, Deniz Seki’nin çok iyi biri olduğuna kanaat getirmesi. Onun kokain illetinden kurtulması gerektiğini düşünüyor. Son derece insani bir şekilde, "Artık kullanma bunu!" diyor.
Sonunda arkadaş mı oluyorlar yani!
NAİM: O kadar değil ama insani özellikleri çok öne çıkan biri olduğu için, "torbacı" bile haline üzülüyor.
İstanbul’da kokain kullanan bir sürü insan olduğunu duyuyoruz. Neden başkaları değil de Deniz? Birileri, ona kafayı mı taktı?
NAİM: Bizim de bu konuda şüphelerimiz var. Soruşturmada 19 sanık var, diğer sanıkların çoğu örgüt iddiasıyla da suçlanıyorlar, Deniz Seki bireysel suçla... Bir örgüt bağlantısı yok ama o da diğerleri gibi cezaevinde ve eski DGM’ler olarak bilinen özel görevli Ağır Ceza’da yargılanıyor. Ve 11 klasörün 6’sı, Deniz Seki’nin iletişim denetlemesi kayıtlarından oluşuyor.
Nasıl yani?
NAİM: Deniz Seki’yi keşfedince ve soruşturma o yöne gidince, haliyle "Çok ses getirir!" diye düşünüyor olabilirler. Ki haklılar. Şov yapabilme amacıyla Seki’ye bu kadar yüklenildiğine dair şüphemiz var.
Şovu yapan kim?
NAİM: Bu konuda yorum yapmak istemem. Birkaç satıcıyı araştırırken, bir ihbarla Deniz Seki’yi buluyorlar.
FİLİZ: Bir muhbir var deniyor, adı X, kimliğini açıklamıyorlar. Güya onun ihbarı üzerine Seki’nin telefonlarını dinlemeye başlıyorlar.
NAİM: Oysa telefon dinleme, uyuşturucu kullanma suçunda mümkün değil. Uyuşturucu satış suçlarında mümkün. Resmen Deniz Seki’yi o kategoriye sokmaya çalışmışlar, aksi takdirde dinleyemeyecekler. Satıcı 5 kere, "Vermiyorum mal" demiş, bunların kaydı yapılmamış. 6’ncısında Seki, "Arkadaşım için istiyorum" demiş, bunun kaydı yapılmış. Anlatabiliyor muyum, bu çok ciddi bir manipülasyon bizce...
FİLİZ: Başka sorunlar da var. Nazire Şenlendirici ile Deniz Seki’nin arasındaki mesajlaşmanın, suç ile uzaktan yakından alakası yok. Ama bakıyorsunuz, dava dosyasına konmuş. Tüm o konuşmalar kaydedilmiş. Hepsinin bir gün manşet olabileceği düşünülmüş sanki. Bu arada, söz konusu satıcıların, mal temin ettiği bir sürü başka insan var. Ama onların hepsi dışarıda...
Neden?
FİLİZ: Biz de sebebini öğrenmeye çalışıyoruz. Bu dosyada "Neden?" diye sorabileceğiniz o kadar çok şey var ki. Deniz Seki ve arkadaşı Neşe Ünal, Les Ottomans Oteli’ne geldiğinde, jandarma, arama kararı olmadan, otele girip arama yapıyor. Arama kararı olmadan bir yer girip arandığı zaman, oradan ele geçirilen her şey hukuka aykırıdır. Ve kullanılamaz. Ama kullanılıyor.
Bu soruşturmayı jandarma yürütüyor, neden polis değil?
NAİM: Biz de bilmiyoruz. Tüm sanıklar, belediye alanında gözaltına alındı. Belediye alanında da polis yetkili ama operasyonu jandarma yaptı.
FİLİZ: Burada asıl amaç, örgütü yakalayıp çökertmekse ve jandarma başarılı bir operasyon yapmak istiyorsa, hep örgüte yönelik sorular sormalı ve o örgütü ortaya çıkarmaya çalışmalı, öyle değil mi? Ama jandarmadaki ifadelere baktığımızda ne görüyoruz? Neredeyse bütün sorular, Deniz Seki ile ilgili. Zannedersin ki, çetenin lideri Deniz Seki! Bunlar da haliyle, şov yapıldığı şüphesini uyandırıyor.
İyi de halk bu operasyonu kimin yaptığını bilmiyor ki, şov yapsalar kaç yazar!
FİLİZ: Olur mu bütün o haberlerin başında bu soruşturmayı yapan birimin adı yazıyor. Üstelik Deniz Seki ile ilgili çıkan tüm o haberlerden sonra birileri gazeteleri dolaşarak teşekkürlerini iletiyor.
Operasyon 13 Şubat’ta yapıldı değil mi?
NAİM: Evet hem Seki’nin üç aylık telefon dinleme kararı o gece bittiği için, hem de ertesi gün Sevgililer Günü olduğu için olabilir. Sevgililer Günü öncesi, Deniz Seki üzerinden topluma mesaj verme kaygısı var sanki...
Evli bir adamla birlikte olduğu için mi?
FİLİZ: Bunların bedeli de ödetiliyor olabilir.
Yüzük yollama, evlenme, saçından bir tutam kesip gönderme...
FİLİZ: Hiçbiri doğru değil. Zaten Deniz Seki de onunla görüşmek istemedi.
Seki’nin evinde terazi, naylon poşetler filan bulunduğu doğru mu?
FİLİZ: Asla öyle bir şey yok.
Neden duruşması 1 Ekim’de? Şubat’ta cezaevine giren insan 9 ay sonra mı mahkemeye çıkar?
NAİM: Deniz Seki, eski DGM olarak bildiğimiz, "özel görevli Ağır Ceza Mahkemeleri"nde yargılanıyor. Onların da iş yoğunluğu çok. O yüzden duruşma çok ileri bir tarihe atıldı. Tam 218 gün beklemesi gerekecek. Hakkındaki iddia örgüt olmadığı için, normalde bu davanın İstanbul Ağır Ceza’da açılması gerekirdi. Ama savcı, davaları birleştirerek açmış. Görevsizlik talebinden bulunduk, reddedildi. İtiraz ettik, hem Adalet Bakanlığı’na hem de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurduk. Acil tedbir kararı istiyoruz, özellikle tutuklama süresinin uzunluğu için.
FİLİZ: Suçlu mu suçsuz mu? Hakim karşısına çıksın, karar ondan sonra verilsin. Ama yargılanmadan, yargılama mağduru edilmesin. Bu, insan hakları ihlalidir. Bir kişiyi 218 gün mahkemeye çıkması için bekletemezsin. Bu dünyanın hiçbir yerinde yoktur...
TANIYANLAR NE DİYOR
Deniz kokain satıcısı olabilir mi?
HINCAL ULUÇ
...Deniz Seki’yi hepiniz tanıyor ve biliyorsunuz. Bu Deniz Seki, kokain satıcısı olabilir mi? Böyle bir şeye inanır mısınız? Yanıtınızı biliyorum: Aksi kanıtlanana kadar hayır! Efendim bizim yasalar, kanıya değil, matematiğe dayalıymış. Evinde 2 grama kadar varsa içici, fazlası varsa, satıcı muamelesi görürmüşsün. Deniz’de 7 gram çıkmış... O zaman satıcı... O zaman al hemen hapse at! Ne zamana kadar? Orasını bilen yok. Ergenekon denen davada, daha henüz hakkındaki iddianame bile hazırlanmadığı halde, 11 ay, 8 aydır içerde olanlar, içerde ölenler var bu ülkede... (...) İtirazım yasalara.. Özellikle de usul yasalarına.. Ve de bu yasalar, kimlerin tutuksuz yargılanmasına izin verirken, Deniz Seki hakkında "İlle de tutuklama" isteyen ve onun için "infaz"ı bir yerde başlatanlara.. "Bu ülkenin hukuk düzeni tepeden tırnağa yeniden elden geçirilmeli" diye bas bas bağırıyorum yıllardır. Bağırmaya da devam edeceğim!.. Düzeltecekleri güne dek!..
NİHAT ODABAŞI
Taammüden adam öldüren daha az yatıyor bu ülkede. Benim abimin katilleri, aftan yararlanıp 2 yılda çıktılar. Kimse cezasını çekmesin demiyorum ama suçu neyse ona göre yatsın. Yaklaşık 5 aydır içeride Deniz, üç ay daha kalacak. Sanki uluslararası uyuşturucu ticareti yapmış gibi muamele görüyor. İnsan haklarına bile aykırı, savunmasını yapamadan ceza çekiyor...
AJDA PEKKAN
Deniz’in bunca zaman içeride olmasını haksızlık olarak değerlendiriyorum. Biraz ölçüsü kaçtı sanki. Neyin ne olduğunun açıklığa kavuşması lazım, o yüzden de bir an önce mahkemeye çıkması lazım. Kız orada aylardır bekliyor, daha üç ayı daha var. Olacak iş mi bu? Çıksın mahkemeye, suçluysa cezasını çeksin...
Kardeşi Serdar Seki
1- Ablam delilleri karartamaz, kaçma şüphesi de yok, o zaman tutuklanmasına da gerek yok. Hukuktan anlamam, ben bile bu kadarını biliyorum. Niye aylardır içeride anlamıyorum.
2- Ortada fol yok yumurta yok, herkes suçlu gibi davranıyor. Oysa hüküm yememiş, sadece tutuklanmış. Tutuklu olması, suçlu olduğu anlamına gelmiyor ki. Herkes konuştu, o hiç konuşmadı. Bir an evvel mahkemeye çıksın, başka bir şey demiyorum. Zaten yargı, en iyisini bilecektir.
3- Bence meşhur olduğu için kabak onun başına patladı. Ve evli bir adamla birlikte olduğu için. Ona birileri ders verdi. Böyle düşünüyorum.
RIZA TÜRMEN İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Türkiye Eski Yargıcı
Tutuksuz yargılanma ilkesi bizde tam tersine çevrilmiş
Deniz Seki, 24 Şubat’ta tutuklandı, 1 Ekim’de de ilk duruşması yapılacak. 218 günlük tutukluluk süresi, "makul süre" sayılabilir mi?
- Öncelikle şunu belirteyim: Esas olan yargılamanın, "tutuksuz" yapılmasıdır. 218 günlük tutukluluk için makul bir şüphe olması lazım. Böyle bir şüphe var mı? Kaçma tehlikesi var mı? Serbest bırakıldığı takdirde, delilleri karartma riski var mı? Ya da yeniden, bu suçu işleme ihtimali var mı? Başka bir şey daha: Teminatla salıverilmemesi için geçerli bir neden var mı? Ya da yurt dışına çıkma yasağı konarak, salıverilmemesi için bir neden var mı? Bu kadar uzun tutukluluk süresine karar vermesi için hakimin, çok büyük bir özen göstermesi gerekir. Göstermiş mi? Tutukluluk süresini uzatma kararlarında, bunlara bakmak lazım. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bunları arar.
Ülkemizde bu durumda çok insan var mı?
- Hem de nasıl. Tutuksuz yargılanma ilkesi, bizde tam tersine çevrilmiş durumda.
Tüm bu kişiler, İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvursa...
- Başvurabilirler tabii. Dava harcı yok, masrafı yok. Hiçbir şeyi yok. Bir başvuru dilekçesi dolduruyorsunuz, o kadar. Tabii bir şeyi daha söylemek lazım: Tutukluluğu uzatma kararı verilirken, bizde ihmal edilen bir başka şey de, tarafların hazır bulunduğu bir duruşma. Bizde bu da yapılmıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu yüzden Türkiye’yi pek çok kere mahkum etti. Türkiye de tazminat ödedi.
Ama bu ülkenin hakimleri, savcıları bunların hepsini biliyordur...
- Evet ama birtakım alışkanlıklardan vazgeçmiyorlar. Zihniyet şu: "Ben risk almayayım, o içeride kalsın bir parça... Sonra bakarız..."
Nazire Şenlendirici-Deniz Seki konuşmaları dava dosyasına konulmuş ama suçla hiçbir ilgisi yok. Suçla ilgisi olmayan kayıtların dosyaya konması doğru mu?
- Böyle şey olur mu? Dava dosyasında sadece suç delilleri olur. Davayla ilgisi olmayan özel yaşamı ilgilendiren şeylerin hemen o dosyadan çıkarılıp iade ya da imha edilmesi lazım. Onların orada bulunması ayrıca suç teşkil eder.
Siz bir hukukçu olarak, bu ülkeden bütün bunların nasıl yanlış uygulandığını görünce, çıldıracak hale gelmiyor musunuz?
- İnsanın çıldırması çok kolay tabii bu ülkede. Ben yanlışları yazarak akli dengemi korumaya çalışıyorum!
HAMİŞ:
Valla, bu röportajı gazeteci olarak yapmadım. Deniz Seki arkadaşım, bunlar da izlenimlerim...
Ayşe Arman
Bakırköy Kadın Kapalı İnfaz Kurumu’nun önünde dikiliyorum. Ve demir kapıyı çalıyorum. TAK... TAK... TAK...
İnsanı ezen, ürküten, korkutan, sanki cezalandıran kocamaaan demir bir kapı.
Önünde küçüldükçe küçülüyorum.Birden açılıveriyor.
Kamera, cezaevi denilen yerin içindeki binaları geniş görüyor, sarı-bej bir yer, kuru kupkuru, yeşillik sıfır, ruh yok, sıcak, kavruluyor, sanki atom bombası atılmış ve herkes ölmüş.
Kendi kendime, "Ne bekliyordun ki?" diyorum, "Tatil köyü olacak hali yok ya..."
Eli silahlı jandarma, "Kime geldiniz?" diyor.
Gülümsemeye çalışıyorum ama gülümsemem havada asılı kalıyor, bu diyarlarda kimse pek gülmüyor galiba.
"Deniz Seki’ye..." diyorum.
"Görüşemezsiniz!"
"Savcıdan özel iznim var..."
"Bakim..."
Birilerine sesleniyor, hepsi onlara verdiğim evrakı inceliyor, "Tamam... Sağdaki binaya gidin."
Kendimi Kadın Kapalı İnfaz Kurumu’nun, yani cezaevinin sınırları içinde buluyorum.
Ve eyvah, o kocaman kapı, arkamdan kapanıveriyor.
Şrankkkk diye...
*
Bir sürü güvenlik kontrolünden geçiyorum.
"Şimdi bir de göz kaydı alacağız!"
Hay hay.
Meğer cezaevine giren herkes; ziyaretçiler, avukatlar her giriş için göz kaydı verirmiş. Gözün okunuyor yani. Göz bebeklerini bir alete yakınlaştırıyorsun, fotoğrafını çekiyorlar.
Sonra da cezaevindeki her kapıyı gözlerinle açıyorsun.
Sürreel geliyor, Blade Runner filmindeki gibi. Yine bir güvenlik kontrolünden geçiyorum.
Bitti.
Şimdi artık Deniz’i görebilirim.
Ama o, başka bir binada.
Güneşin alnında kavrulan ve o atom bombası atılmış gibi bomboş duran avluda, bir başka binaya doğru yürüyorum.
Çıt yok.
Bir takım sesler duyuyorum, kendi topuk sesim galiba.Tekrar bir güvenlik kontrolü.
Ayakkabılarıma kadar çıkarıyorum.
Ve sonra... Görüp göreceğim en fantastik kapıyla, burun buruna geliyorum.
Döner bir kapı aslında...
Ürkünç, korkunç, aşılması, geçilmesi imkansız kapı...
Mikser ucuna benziyor ya da yuvarlak saç fırçaları vardır ya onlara...
Birbirine geçmiş dişlileri var...
Komple çelik, parıl parıl parlıyor...
İşte onu, gözlerimle açmam söyleniyor.
"Nasıl yani?" diyorum.
"Orada cihazı var, içine bakacaksınız!" diyor kadın görevli.
Yaklaşıyorum ve cihazın gözünün bebeğine bakıyorum. O kapının haşmetine asla yakışmayacak abuk sabuk bir "Biiiiip" sesi çıkıyor.
Bu dev kapı resmen beni tanıyor!
Diyorlar ki, "Şimdi içinden yürü..."
Aman Allah’ım, o korkunç şeyin içinden nasıl geçeceğim?
Orama burama, dişliler batmayacak mı?
Gözlerimi sıkı sıkı kapatıyorum.
Yürüyorum ve ve ve ve ...
Bir anda taraf değiştiriyorum.
Artık tutukluların arasındayım.
*
İçinden geçtiğim kapıya şöyle bir dönüp bakıyorum.
İşte cezaevi psikolojisi denilen şey bu, kapılar, kapılar, kapılar... Ve bütün o kapıları senin üstüne kapıyorlar, üstelik kilitliyorlar. Önümde mağazalardaki elbise deneme kabinleri gibi, sıra sıra, küçük odalar var.
Görüş, burada gerçekleşecek.
Beni en sonuncusuna yolluyorlar.
Arada bir cam var, Deniz, karşı tarafa gelecek.
Duvarda da bir telefon asılı, telefonla konuşacağız. Çünkü o çift camdan bir şey duymaya olanak yok.
Benim olduğum tarafın, sarımsı bej duvarlarında yazılar var; isimler, aşk sözcükleri, tekme izleri, pek temiz değil, hatta pis...
Deniz’in tarafı ise tertemiz...
Orada, kolaysa sinirlenince tekme at.
Ne sandalye, ne herhangi oturacak bir şey...
Ayakta öylece bekliyorum.
*
Ve işte nihayet, bir hareket, bir kıpırtı...
Cezaevi memurları eşliğinde, bir kadın geliyor.
Siyah tayt, siyah bir tişört.
Cezaevinde insanlar ya kararır ya sararırmış.
Bu, resmen parlıyor.
Işıl, ışıl.
Karşımda duran kadın, gerçekten Deniz Seki mi?
O hükümet gibi kadın gitmiş, küçülmüş, süzülmüş, çekmiş.
İnanılmaz zayıflamış.
Sanki içinden başka bir kadın çıkmış gibi.
Dese ki, "Ben Deniz Seki’nin 12 yaş küçük kardeşiyim" inanacağım...
Acayip duru bir güzellik gelmiş üzerine.
Telefonu alıyorum, "Müthiş görünüyorsun, bu kadar yarıyorsa biz de gelelim!" diyorum.
"Gel" diyor, "Zaten memleketin çoğu içeride!"
Gülüyoruz.
Birbirimizin tam gözünün içine bakıyoruz.
Yüzünün ifadesini nasıl anlatsam size?
Amelie filmindeki kızın ifadesi gibi.
Bir sürü şey söylüyor gözleri.
Cezaevi; insanın, aynı zamanda, bakışarak da anlaştığı bir yer.
Evet, telefonla konuşuyorsunuz ama o telefonların da dinlendiğini bildiğiniz için gözlerinizle anlaşıyorsunuz.
Bir süre öylece duruyoruz.
Ve sonra, çok tuhaf, birbirimize bakarak ağlamaya başlıyoruz.
Karşılıklı...
Önce yavaş yavaş, sonra katıla katıla.
Derken, durup gülmeye başlıyoruz.
Demek ki böyle oluyor, insan duygusal olarak bir uçtan bir diğerine savruluyor.
"Hadi anlat" diyorum.
"Ne anlatayım?" diyor.
"Nasıl yaşıyorsun, neler yapıyorsun?"
"18 kişilik bir koğuşta kalıyorum. Çoğu bankacı. Çok zeki, çok parlak insanlar. Bir aile olduk. Koğuşun pozitif meleğiyim. Bu halimle, moral veriyorum insanlara. Herkesle iletişimim çok iyi, Allah için uyumluyum..."
"Ama yani, cezaevi denilen yer, öyle böyle değil, daha aşağısı yok, insanlığın dibi, ölmüşüm de ölüme bakıyormuşum gibi hissediyorum..."
"Bu kadar gözyaşım olduğunu ben de bilmiyordum. Tarifi olmayan bir çaresizlik. Her şey belirsiz. Daha henüz iddianamesi bile yazılmamış insanlar var burada, tutuklu yargılanıyorlar, ne zaman mahkemeye çıkacakları belli değil, elleri kolları bağlı, bekliyorlar..."
"Senin mahkemen 1 Ekim’deydi değil mi?" diyorum.
"Evet, daha 90 gün var" diyor, "1 Ekim’de tam 218 gün olacak. Tabii ki kendime acıyorum. Ben başkalarına uyuşturucu temin etmedim, aracılık etmedim. Örgüt diyorlar. Allah aşkına, örgütle benim ne gibi bir alakam olabilir, uyuşturucu ticareti yapan biri değilim. Kim inanır böyle bir şeye..."
Ağlıyor.
Gözüm, boynundaki Allah yazan gümüş kolyeye takılıyor.
"Her şey düzelecek, sakin ol" diyorum.
Yine yüzündeki o Amelie ifadesiyle, bana bakıyor.
"Sabretmeyi öğrendim burada. Öfke kontrolünü öğrendim. Daha bir sürü şey... Bakma, bir okul gibi aslında. Arada neşelenmek için kahve falı bakıyoruz, ama falda uzun boylu esmer adamlar görmüyoruz, hakimler, savcılar var bizim falımızda... Düşün, burada Türk Ceza Kanunu’nu ezberliyoruz..."
"Bu kadar kadının bir arada olması eğlencelidir de aynı zamanda. Öyle değil mi?" diyorum.
"Tabii, tabii" diyor. "Kantinden saç boyası alıyoruz. Moral olsun diye saçlarımızı boyuyoruz. İyi ve bakımlı durmaya çalışıyoruz. Kantinde Flormar ruj satılıyor ve Pastel rimel. Komik olanı şu, ben hayatım boyunca ’water proof’ rimel kullandım, benim rimelim hiç akmadı yani, sen bir de şimdi gör halimi, kirpiklerimi boyayıp ağlarsam, palyaçoya dönüyorum..."
"Müzik peki?" diyorum, "Şarkı söylüyor musun?"
"Elbette" diyor, "Ama Deniz Seki olarak değil. Burada Deniz’im. Sadece Deniz. Kafamı dağıtmak için temizlik yapıyorum. Temizlik yaparken söylüyorum..."
"Nasıl yani temizlik?" diyorum.
"Yerleri Vileda’lıyorum" diyor, "Bak, eskiden parmaklarımda mikrofon nasırı olurdu, şimdi Vileda nasırı var. Ama yanlış anlama, beni kimse zorlamıyor, yerleri paspaslamak beni oyalıyor. İşte o zamanlar mırıldanıyorum. Çamaşırlarımı da kendim yıkıyorum. Leğende, ayaklarımla. Sonra kafamı kaldırıyorum, bir bakıyorum televizyonda Deniz Seki’nin klibi dönüyor, vay be diyorum, nereden nereye..."
"Bir sürü şarkı yazdım. Burada, inanılmaz üretkenim. Ses kayıt cihazı olsaydı, daha da iyi olurdu ama kabul etmediler. Sonra, boyuna okuyorum, Elif Şafak’ın Aşk’ını bitirdim, tasavvufa merak sardım, Gülben kitaplar getirdi, onları hatmettim. Habire yazıyorum, çiziyorum. Geleceğimi planlıyorum...
"Çıkınca yapacaklarını mı?" diyorum.
"Evet" diyor, "Bir kere engelliler için çalışmak istiyorum. Sonra uyuşturucu karşıtı derneklerde görev almak istiyorum. Müzikal yazmak istiyorum. Bir cezaevi müzikali düşünüyorum. Bir de cezaevi sergisi. Her şeyi saklıyorum. Çamaşır yıkadığımız leğeni, yemek yediğimiz tabakları, çatalları, bıçakları. Sadece benim hayatımın bir kesitini anlatan bir sergi olmayacak, buradaki arkadaşlarımın ruh hallerini de, duygularını da yansıtacak..."
"Bayağı aktifsin!" diyorum.
"Sen ne diyorsun!" diyor, "İlk geldiğimde hızımı alamadım, 50 tane bere ördüm. Sonra bir ara mektuplara sardırdım. Hayranlarım hiç yalnız bırakmıyor, sağ olsunlar çuvallar dolusu destek mektubu geliyor..."
"En çok neyi özledin?"
"Sahneye çıkmayı, doğayı, gökyüzünü, bizim gökyüzümüz dikdörtgen burada (ağlıyor)... Toprağa ve çimene dokunmayı, denizi... Annemi, kardeşlerimi... Onlara doyasıya sarılmayı... Kimin dost, kimin düşman olduğunu gayet iyi görüyor insan burada... Sonra evimi... O minik balkonumda oturmayı, Boğaz’a bakmayı, gözlerimi kapayıp Boğaz havasını içime çekmeyi...
"Dışarıda bana büyükmüş gibi gelen sorunları, şimdi burada düşünüyorum da, hiçbirinin önemi yokmuş. Üzülmeye değmezmiş. Ben kendime kötü davranmışım, çok yüklenmişim. İçeride, size belki önemsiz gibi gelecek şeylere takıyorum. Dün mesela, bir kelebek getirdiler. Ölmek üzereydi, inanır mısın, aklım çıktı ölecek diye, ona nefesimle can verdim. Onu yaşattım. Nasıl mutlu oldum anlatamam. Dün, dünyanın en önemli olayı buydu..."
*
Daldan dala atlayarak ne kadar çok şey konuştuğumuzu anlamam size...
Konu konuyu açıyor.
Deniz, bıcır bıcır anlatıyor.
Michael Jackson’ı bile yád ettik!
Spor yaptığını söylüyor, kızlarla voleybol oynuyormuş.
Koğuşta, ranzanın altında yatıyormuş, "Alışık olmadığım için takkkk diye kafamı çarpıyordum her seferinde, şimdi alıştım" diyor.
"Burada, bütün bu imkansızlıklar içinde acayip yaratıcı oluyorsun" diyor, nohut yemeğinden humus yapıyorlarmış mesela, "Nasıl yapıyorsunuz?" diyorum, "Uzman olduk hepimiz, nohutların suyunu alıyoruz, sonra onu bir güzel bir işlemden geçiriyoruz" diyor.
"Bu arada, yarın doğum günün, nice mutlu senelere, doğum günün kutlu olsun" diyorum. Yüzünden bir hüzün bulutu geçiyor, "Sağol" diyor, "Tahliye olduğum günü doğum günü sayacağım."
O anda bilmiyorum tabii, ertesi gün annesinden öğreniyorum, doğum gününde koğuş arkadaşları ona sürpriz parti yapmışlar. O yokluk içinde, patatesleri biriktirmişler, patates pek bir değerliymiş içeride, Deniz’in şerefine patates salatası yapmışlar.
Bir de mozaik pasta.
En hoşu da şu, o mozaik pastanın tepesine kulak temizleme çubuklarını dikmişler.
"Neden?" diye sorun hadi...
Sordunuz mu?
Onlar, mum oluyor!
Deniz Seki, 39 yaşına, cezaevinde, kulak temizleme çubuklarını üfleyerek giriyor.
Bir ayrıntı daha; meğer cezaevinde, renkli mektup kağıtları çok önemli bir şeymiş, herkes o kağıtlara gözü gibi bakarmış, Deniz için onlara kıymışlar.
Kırpıp, kırpıp, konfeti yapmışlar.
Doğum günü kızının, başından aşağıya dökmüşler.
Ve hep bir ağızdan ona Deniz Seki şarkıları söylemişler.
Mutluluktan deliye dönmüş tabii.
Yine ağla, ağla...
Ama bu sefer mutluluktan!
O da, onlara, "Pişmanım" şarkısını söylemiş. Gerçekten de hepimizin, yaşadıklarımızdan ders çıkarması gerekiyor.
Ben kendi adıma, Deniz’in bu yaşadıklarından fazlasıyla ders çıkardığını söyleyebilirim.
*
Deniz, bir an evvel mahkemeye çıkmak istiyor.
Budur. İstediği budur.
Ne kadar çabuk olursa o kadar iyi.
Kendini savunmak istiyor.
Olan biteni, bir de mahkemede anlatmak istiyor.
Suçlu bulunursa tamam...
Ama bulunmazsa bu 218 günün hesabını kim verecek, o da bilinmiyor.
Tuhaf!
Bu kadar çok şey konuşuyoruz, bir kere bile, uğruna, deli divane olunan adamın adı geçmiyor.
"Peki o?" diyorum.
Sorumu hiç duymamış gibi...
Onca şeyi hiç yaşamamış , o adamı hiç tanımamış, hiç sevmemiş, onunla hiç sevişmemiş gibi...
O adam yok artık... Anılmıyor...
Üzerine konuşulmuyor...
Ne iyi ne kötü... Hiçbir şey söylemiyor.
Hiçlik.
Sonra konu değişiyor, tekrar daldan dala atlanıyor, bir ara "Çıkınca anne olmak istiyorum" diyor, yeniden gözleri parlıyor.
Bakışıyoruz.
Ellerimiz camda birleşiyor.
Ağlak halimize yine gülüyoruz.
Ve sonra, "Alo... Alo...?"
Ses duyulmuyor. Zaman doldu.
Telefonu kestiler.
Kimseyi mahkemeye çıkartmadan 218 gün bekletemezsiniz Bu, insan hakları ihlalidir
Deniz Seki’nin iki avukatı var: Filiz Kayalı ve Naim Karakaya. Bu dosyada görev almaya, mahkemece duruşma günü belirlendikten sonra başlamışlar. Eksiklikleri ve yapılması gerekenleri anında fark etmişler. Gerekli başvurular, zamanında yapılsaydı, Seki 24 Şubat’tan beri tutuklu olmayabilirdi. Şu anda ellerinden geleni yapıyorlar, bu dava ile bir tez çalışması gibi ilgileniyorlar...
Deniz Seki tam olarak neden içeride?
FİLİZ: Hakkındaki suçlamalar, uyuşturucu madde kullanma, başkalarına temin etme, aracılık etme vesaire... Bir de örgüt var. Ama savcının, Seki’nin bu suçu, örgüt kapsamında işlediğine dair herhangi bir iddiası ve kanaati yok...
Uyuşturucu ticareti yaptığı düşünülüyor yani...
FİLİZ: Evet. Kullandığı maddenin kokain olması sebebiyle, cezası 24.5 yıl olarak ön görülüyor...
Diyelim ki ben içiciyim, uyuşturucuyu temin ettiğim kişiyi de, bir arkadaşımla tanıştırıyorum... O zaman, bu işin ticaretini mi yapıyor sayılıyorum?
NAİM: Evet, bunlar satış olarak değerlendiriliyor. Deniz Seki hakkındaki iddianamede iki suçlama var: 1- Başkasına verme. 2- Satıcıyı bir başkasıyla tanıştırma...
Kaç kişiyle tanıştırmış?
NAİM: Zaten mesele de bu, kimseyle tanıştırmamış! Ama aynı yerde birkaç kişi birlikte uyuşturucu kullanmışlar...
O zaman, onlar niye içeride değil?
NAİM: O da tartışılması gereken ayrı bir mevzu. Bir miktar istemişler, birlikte kullanmışlar. Yargıtay’ımız bunu, "başkasına verme" olarak değerlendirmiyor. "Başkasına verme"yi, onun adresine gönderme, satıcıyla başkasını tanıştırma olarak görüyor. Zaten bizim savunmamız da bu yönde. Ama birtakım problemler var. Deniz Seki ile satıcı arasında...
Para meselesi mi?
NAİM: Evet. Deniz Seki mal alıyor, hesaba yazdırıyor, mal alıyor, hesaba yazdırıyor. Satıcı da, parayı tahsil edemeyeceğini düşündüğü için artık ona mal vermek istemiyor. Seki de, bu sefer başkalarının ismini kullanarak, mal temin etmeye yöneliyor. O gün, o mal için nakit parası var, ama sadece onu vermek istiyor...
Borcun gerisini ödemek istemiyor.
NAİM: Aynen öyle. Fakat şurayı atlamayın: Seki, uyuşturucuyu hep kendi olduğu yerlere istiyor. Bir arkadaşının evine mesela ama o evde sadece arkadaşı yok, kendi de orada. Yargıtay’ımız bunu "kullanma" olarak öngörüyor ama "başkasına verme" olarak değerlendirmiyor. Sadece müvekkilimi savunmak için söylemiyorum bunları, anlattıklarımı telefon kayıtlarının baz istasyonları da ispatlıyor.
Ben hayatımda ilk defa mal satmak istemeyen bir "torbacı" duyuyorum... Onlar, sonsuza kadar insanı borçlandırmak istemez mi?
NAİM: Satıcının, mal satmak istememesinin bir başka sebebi de, Deniz Seki’nin çok iyi biri olduğuna kanaat getirmesi. Onun kokain illetinden kurtulması gerektiğini düşünüyor. Son derece insani bir şekilde, "Artık kullanma bunu!" diyor.
Sonunda arkadaş mı oluyorlar yani!
NAİM: O kadar değil ama insani özellikleri çok öne çıkan biri olduğu için, "torbacı" bile haline üzülüyor.
İstanbul’da kokain kullanan bir sürü insan olduğunu duyuyoruz. Neden başkaları değil de Deniz? Birileri, ona kafayı mı taktı?
NAİM: Bizim de bu konuda şüphelerimiz var. Soruşturmada 19 sanık var, diğer sanıkların çoğu örgüt iddiasıyla da suçlanıyorlar, Deniz Seki bireysel suçla... Bir örgüt bağlantısı yok ama o da diğerleri gibi cezaevinde ve eski DGM’ler olarak bilinen özel görevli Ağır Ceza’da yargılanıyor. Ve 11 klasörün 6’sı, Deniz Seki’nin iletişim denetlemesi kayıtlarından oluşuyor.
Nasıl yani?
NAİM: Deniz Seki’yi keşfedince ve soruşturma o yöne gidince, haliyle "Çok ses getirir!" diye düşünüyor olabilirler. Ki haklılar. Şov yapabilme amacıyla Seki’ye bu kadar yüklenildiğine dair şüphemiz var.
Şovu yapan kim?
NAİM: Bu konuda yorum yapmak istemem. Birkaç satıcıyı araştırırken, bir ihbarla Deniz Seki’yi buluyorlar.
FİLİZ: Bir muhbir var deniyor, adı X, kimliğini açıklamıyorlar. Güya onun ihbarı üzerine Seki’nin telefonlarını dinlemeye başlıyorlar.
NAİM: Oysa telefon dinleme, uyuşturucu kullanma suçunda mümkün değil. Uyuşturucu satış suçlarında mümkün. Resmen Deniz Seki’yi o kategoriye sokmaya çalışmışlar, aksi takdirde dinleyemeyecekler. Satıcı 5 kere, "Vermiyorum mal" demiş, bunların kaydı yapılmamış. 6’ncısında Seki, "Arkadaşım için istiyorum" demiş, bunun kaydı yapılmış. Anlatabiliyor muyum, bu çok ciddi bir manipülasyon bizce...
FİLİZ: Başka sorunlar da var. Nazire Şenlendirici ile Deniz Seki’nin arasındaki mesajlaşmanın, suç ile uzaktan yakından alakası yok. Ama bakıyorsunuz, dava dosyasına konmuş. Tüm o konuşmalar kaydedilmiş. Hepsinin bir gün manşet olabileceği düşünülmüş sanki. Bu arada, söz konusu satıcıların, mal temin ettiği bir sürü başka insan var. Ama onların hepsi dışarıda...
Neden?
FİLİZ: Biz de sebebini öğrenmeye çalışıyoruz. Bu dosyada "Neden?" diye sorabileceğiniz o kadar çok şey var ki. Deniz Seki ve arkadaşı Neşe Ünal, Les Ottomans Oteli’ne geldiğinde, jandarma, arama kararı olmadan, otele girip arama yapıyor. Arama kararı olmadan bir yer girip arandığı zaman, oradan ele geçirilen her şey hukuka aykırıdır. Ve kullanılamaz. Ama kullanılıyor.
Bu soruşturmayı jandarma yürütüyor, neden polis değil?
NAİM: Biz de bilmiyoruz. Tüm sanıklar, belediye alanında gözaltına alındı. Belediye alanında da polis yetkili ama operasyonu jandarma yaptı.
FİLİZ: Burada asıl amaç, örgütü yakalayıp çökertmekse ve jandarma başarılı bir operasyon yapmak istiyorsa, hep örgüte yönelik sorular sormalı ve o örgütü ortaya çıkarmaya çalışmalı, öyle değil mi? Ama jandarmadaki ifadelere baktığımızda ne görüyoruz? Neredeyse bütün sorular, Deniz Seki ile ilgili. Zannedersin ki, çetenin lideri Deniz Seki! Bunlar da haliyle, şov yapıldığı şüphesini uyandırıyor.
İyi de halk bu operasyonu kimin yaptığını bilmiyor ki, şov yapsalar kaç yazar!
FİLİZ: Olur mu bütün o haberlerin başında bu soruşturmayı yapan birimin adı yazıyor. Üstelik Deniz Seki ile ilgili çıkan tüm o haberlerden sonra birileri gazeteleri dolaşarak teşekkürlerini iletiyor.
Operasyon 13 Şubat’ta yapıldı değil mi?
NAİM: Evet hem Seki’nin üç aylık telefon dinleme kararı o gece bittiği için, hem de ertesi gün Sevgililer Günü olduğu için olabilir. Sevgililer Günü öncesi, Deniz Seki üzerinden topluma mesaj verme kaygısı var sanki...
Evli bir adamla birlikte olduğu için mi?
FİLİZ: Bunların bedeli de ödetiliyor olabilir.
Yüzük yollama, evlenme, saçından bir tutam kesip gönderme...
FİLİZ: Hiçbiri doğru değil. Zaten Deniz Seki de onunla görüşmek istemedi.
Seki’nin evinde terazi, naylon poşetler filan bulunduğu doğru mu?
FİLİZ: Asla öyle bir şey yok.
Neden duruşması 1 Ekim’de? Şubat’ta cezaevine giren insan 9 ay sonra mı mahkemeye çıkar?
NAİM: Deniz Seki, eski DGM olarak bildiğimiz, "özel görevli Ağır Ceza Mahkemeleri"nde yargılanıyor. Onların da iş yoğunluğu çok. O yüzden duruşma çok ileri bir tarihe atıldı. Tam 218 gün beklemesi gerekecek. Hakkındaki iddia örgüt olmadığı için, normalde bu davanın İstanbul Ağır Ceza’da açılması gerekirdi. Ama savcı, davaları birleştirerek açmış. Görevsizlik talebinden bulunduk, reddedildi. İtiraz ettik, hem Adalet Bakanlığı’na hem de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurduk. Acil tedbir kararı istiyoruz, özellikle tutuklama süresinin uzunluğu için.
FİLİZ: Suçlu mu suçsuz mu? Hakim karşısına çıksın, karar ondan sonra verilsin. Ama yargılanmadan, yargılama mağduru edilmesin. Bu, insan hakları ihlalidir. Bir kişiyi 218 gün mahkemeye çıkması için bekletemezsin. Bu dünyanın hiçbir yerinde yoktur...
TANIYANLAR NE DİYOR
Deniz kokain satıcısı olabilir mi?
HINCAL ULUÇ
...Deniz Seki’yi hepiniz tanıyor ve biliyorsunuz. Bu Deniz Seki, kokain satıcısı olabilir mi? Böyle bir şeye inanır mısınız? Yanıtınızı biliyorum: Aksi kanıtlanana kadar hayır! Efendim bizim yasalar, kanıya değil, matematiğe dayalıymış. Evinde 2 grama kadar varsa içici, fazlası varsa, satıcı muamelesi görürmüşsün. Deniz’de 7 gram çıkmış... O zaman satıcı... O zaman al hemen hapse at! Ne zamana kadar? Orasını bilen yok. Ergenekon denen davada, daha henüz hakkındaki iddianame bile hazırlanmadığı halde, 11 ay, 8 aydır içerde olanlar, içerde ölenler var bu ülkede... (...) İtirazım yasalara.. Özellikle de usul yasalarına.. Ve de bu yasalar, kimlerin tutuksuz yargılanmasına izin verirken, Deniz Seki hakkında "İlle de tutuklama" isteyen ve onun için "infaz"ı bir yerde başlatanlara.. "Bu ülkenin hukuk düzeni tepeden tırnağa yeniden elden geçirilmeli" diye bas bas bağırıyorum yıllardır. Bağırmaya da devam edeceğim!.. Düzeltecekleri güne dek!..
NİHAT ODABAŞI
Taammüden adam öldüren daha az yatıyor bu ülkede. Benim abimin katilleri, aftan yararlanıp 2 yılda çıktılar. Kimse cezasını çekmesin demiyorum ama suçu neyse ona göre yatsın. Yaklaşık 5 aydır içeride Deniz, üç ay daha kalacak. Sanki uluslararası uyuşturucu ticareti yapmış gibi muamele görüyor. İnsan haklarına bile aykırı, savunmasını yapamadan ceza çekiyor...
AJDA PEKKAN
Deniz’in bunca zaman içeride olmasını haksızlık olarak değerlendiriyorum. Biraz ölçüsü kaçtı sanki. Neyin ne olduğunun açıklığa kavuşması lazım, o yüzden de bir an önce mahkemeye çıkması lazım. Kız orada aylardır bekliyor, daha üç ayı daha var. Olacak iş mi bu? Çıksın mahkemeye, suçluysa cezasını çeksin...
Kardeşi Serdar Seki
1- Ablam delilleri karartamaz, kaçma şüphesi de yok, o zaman tutuklanmasına da gerek yok. Hukuktan anlamam, ben bile bu kadarını biliyorum. Niye aylardır içeride anlamıyorum.
2- Ortada fol yok yumurta yok, herkes suçlu gibi davranıyor. Oysa hüküm yememiş, sadece tutuklanmış. Tutuklu olması, suçlu olduğu anlamına gelmiyor ki. Herkes konuştu, o hiç konuşmadı. Bir an evvel mahkemeye çıksın, başka bir şey demiyorum. Zaten yargı, en iyisini bilecektir.
3- Bence meşhur olduğu için kabak onun başına patladı. Ve evli bir adamla birlikte olduğu için. Ona birileri ders verdi. Böyle düşünüyorum.
RIZA TÜRMEN İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Türkiye Eski Yargıcı
Tutuksuz yargılanma ilkesi bizde tam tersine çevrilmiş
Deniz Seki, 24 Şubat’ta tutuklandı, 1 Ekim’de de ilk duruşması yapılacak. 218 günlük tutukluluk süresi, "makul süre" sayılabilir mi?
- Öncelikle şunu belirteyim: Esas olan yargılamanın, "tutuksuz" yapılmasıdır. 218 günlük tutukluluk için makul bir şüphe olması lazım. Böyle bir şüphe var mı? Kaçma tehlikesi var mı? Serbest bırakıldığı takdirde, delilleri karartma riski var mı? Ya da yeniden, bu suçu işleme ihtimali var mı? Başka bir şey daha: Teminatla salıverilmemesi için geçerli bir neden var mı? Ya da yurt dışına çıkma yasağı konarak, salıverilmemesi için bir neden var mı? Bu kadar uzun tutukluluk süresine karar vermesi için hakimin, çok büyük bir özen göstermesi gerekir. Göstermiş mi? Tutukluluk süresini uzatma kararlarında, bunlara bakmak lazım. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bunları arar.
Ülkemizde bu durumda çok insan var mı?
- Hem de nasıl. Tutuksuz yargılanma ilkesi, bizde tam tersine çevrilmiş durumda.
Tüm bu kişiler, İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvursa...
- Başvurabilirler tabii. Dava harcı yok, masrafı yok. Hiçbir şeyi yok. Bir başvuru dilekçesi dolduruyorsunuz, o kadar. Tabii bir şeyi daha söylemek lazım: Tutukluluğu uzatma kararı verilirken, bizde ihmal edilen bir başka şey de, tarafların hazır bulunduğu bir duruşma. Bizde bu da yapılmıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu yüzden Türkiye’yi pek çok kere mahkum etti. Türkiye de tazminat ödedi.
Ama bu ülkenin hakimleri, savcıları bunların hepsini biliyordur...
- Evet ama birtakım alışkanlıklardan vazgeçmiyorlar. Zihniyet şu: "Ben risk almayayım, o içeride kalsın bir parça... Sonra bakarız..."
Nazire Şenlendirici-Deniz Seki konuşmaları dava dosyasına konulmuş ama suçla hiçbir ilgisi yok. Suçla ilgisi olmayan kayıtların dosyaya konması doğru mu?
- Böyle şey olur mu? Dava dosyasında sadece suç delilleri olur. Davayla ilgisi olmayan özel yaşamı ilgilendiren şeylerin hemen o dosyadan çıkarılıp iade ya da imha edilmesi lazım. Onların orada bulunması ayrıca suç teşkil eder.
Siz bir hukukçu olarak, bu ülkeden bütün bunların nasıl yanlış uygulandığını görünce, çıldıracak hale gelmiyor musunuz?
- İnsanın çıldırması çok kolay tabii bu ülkede. Ben yanlışları yazarak akli dengemi korumaya çalışıyorum!
HAMİŞ:
Valla, bu röportajı gazeteci olarak yapmadım. Deniz Seki arkadaşım, bunlar da izlenimlerim...
Ayşe Arman