BİN MİSKET
Yaşlandıkça Cumartesi sabahlarından daha fazla zevk alıyorum. Belki de bunun sebebi ilk uyanan kişi olmanın getirdiği sessiz yalnızlık ya da işte olmak zorunda olmamanın sağladığı sınırsız mutluluktur. Her iki durumda da, Cumartesi sabahının ilk birkaç saati en zevk aldığım anlardır. </SPAN>
Birkaç hafta, önce bir elimde buharları tuten bir fincan kahve, diğer elimde gazete ile mutfağa doğru gidiyordum. Sıradan bir Cumartesi sabahı ile başlayan gün, hayatın zaman zaman bize verdiği derslerden biri haline geldi. Size anlatayım.
Cumartesi sabahları yayınlanan bir sohbet programını dinlemek için radyonun sesini açtım. Altın sesli yaşlı bir adamın konuştuğunu duydum. Bu insanları bilirsiniz; kendisi yayıncılık işinde çalışıyormuş gibi konuşuyordu.
'Tom' adında biriyle "bin misket" hakkında konuşuyordu. Söylediklerini merakla dinlemeye başladım.
"Tom, işinle meşgul gibi görünüyorsun. Eminim iyi maaş alıyorsundur. Ama aileden ve evinden bu kadar uzak olmak çok ayıp. Genç bir adamın iki yakasını bir araya getirmek için bir haftada altmış veya yetmiş saat çalışmak zorunda kalmasına inanmak gerçekten zor. Kızının dans gösterisini kaçırmış olman gerçekten çok yazık.
Ve devam etti.
"Sana bir şey anlatacağım. Bu şey, bana önceliklerim konusunda daha iyi bir bakış açısına sahip olmamda yardım etti.
"Bin Misket" kuramını açıklamaya başladı.
"Senin anlayacağın, bir gün oturdum ve biraz aritmetik yaptım. Ortalama bir kişi yetmiş beş yaşıuna kadar yaşar. Biliyorum, bazıları daha çok, bazıları da daha az yaşar. Ancak, ortalamada insanlar yetmiş beş yaşına kadar yaşar. 75'i, 52 hafta ile çarptım ve ortalama ömre sahip bir insanın tüm yaşamında sahip olacağı Cumartesi sabahı sayısı olarak 3900 rakamına ulaştım. Tom, şimdi beni iyi dinle. En önemli kısmına geliyorum."
"Bütün bunları ayrıntılı olarak düşünmeye elli beş yaşında başladım.."
Ve devam etti :
"Bu yaşıma kadar iki bin sekiz yüzün üzerinde Cumartesi yaşadım. Sonra düşünmeye başladım: Eğer yetmiş beş yaşına kadar yaşarsam, yaşsayacağım Cumartesi sayısı sadece bin adet olacak... Bir oyuncak dükkanına gittim ve elindeki tüm misketleri aldım . 1.000 adet misketi bir araya getirmek için üç tane daha oyuncak dükkanı ziyaret etmem gerekti. Bunları eve getirdim ve atölyemdeki radyomun yanında duran büyük, şeffaf bir kavanozun içine hepsini doldurdum."
"O günden sonra, her Cumartesi kavanozdan bir tane misket aldım ve attım."
"Misketlerin azaldığını gördükçe, hayatımdaki önemli şeyleri daha fazla düşünmeye başladım. Hiçbir şey, dünyadaki zamanınınızın akıp gittiğini seyretmek kadar önceliklerinizi düzene sokmanıza yardım edemez."
"Programı kapatmadan ve güzel karımı sabah kahvaltısı için dışarıya çıkarmadan önce şimdi size son bir şey daha anlatacağım... Bu sabah kavanozun içindeki son misketi de aldım. Eğer önümüzdeki Cumartesiye kadar yaşarsam, bana biraz daha zaman verilmiş olacak.
Hepimizin kullanabileceği bir şey biraz daha fazla zamandır.
Seninle konuşmak çok güzeldi Tom. Umarım sevdiklerinle biraz daha fazla zaman geçirirsin ve umarım bir gün tekrar görüşürüz. İyi sabahlar
rapunzel Adlı Kullanıcıdan Alıntı:bazı anların farkında olmuyoruz gerçekten ve bazen sadece yaşamak için yaşıyoruz.
birde gerçekten kötü günlerimizde sadece yanımızda Allah var.gerisi boş...
teşekkürler gerçekten hikayeler çok güzel anlatmış...
Bu başlıkda yaşamın tüm herşeyi anlatılacak . İnşallah eksik bir yaşam olmaz ...
Teşekkürler ..
Sevg ...
ÇEVRENİZDEKİ İNSANLARA BAKMAK GELİYORMU HİÇ AKLINIZA?
Bakın...
Çok ama çok değişik suratlar, ifadeler göreceksiniz.
Bunların arasından birilerini seçin kendinize;
konuşmak, arkadaş olmak, beraber çalışmak veya herhangi bir vakti paylaşmak istediklerinizi...
Kim onlar? Nasıl görünenler, tercih ettikleriniz? </SPAN>
Mutlu olmak bir tercih.
Mutlu görünenler aptal değil...
Mutlu görünenler umursamaz, vurdumduymaz değil...
Üstelik mutlu görünenler de etten kemikten yaratılmıştır; başları, dişleri ağrıyor...
Öksürüyor, hapşırıyor... Batıyor, çıkıyor, taksit ödüyor.
Onlar da kira veriyor, onlar da maaşını yetiştirmeye çalışıyor, okula çocuk gönderiyor, yağmura yakalanıyor, ıslanıyor, üşüyor, acıkıyor, susuyor.
Mutlu görünenler de vergi ödüyor...
Mutlu görünenler de öleceğini biliyor...
Mutlu olmayı seçenleri, problemlerin mutlu ettiğini zannetmek saçma olur, değil mi?
Mutlu olmayı seçen insanlar,
yaşamak zorunda kaldıkları sıkıntıların arasında da
tavırlarını kontrol edebilmeyi bilen...
Mutlu olmanın yolunu bulan insanlar.
Bilen insanlar.
Yolunu kime sorarsın yabancı bir mahallede; küfreder gibi bakan birine mi, boğazına atlayacak gibi duran birine mi?
Suratlardaki tebessümler, pencerelerdeki çiçekler gibi...
Mutlu insanlar, tercih edilen insanlar;
mutlu olmayı tercih ettikleri için...
Mutlu insanlar yarınları olan insanlar:
Çünkü onlar yarınlara gülen insanlar...
Mutlu insanlar sevmeyi bilen insanlar.
İnsanları seven insanlar...
Çocukları, çiçekleri seven insanlar.
Çevresini ve kendisini seven insanlar.
Mutlu insanlar temiz giyinen, temiz yiyen, temiz düşünen insanlar.
Nasıl bir insanla çalışmak istersin?
Nasıl bir insanla konuşmak istersin?
Nasıl bir insanla hayatını paylaşmak istersin?
Bunca asık suratlı, karamsar kalabalığa mutlu olmayı seçen bir kişi daha katılsın ister misin?
Mutlu olmayı tercih et.
O zaman
"Mutlu olmayı tercih etmiş olan"
diğer insanlar gelip bulacak seni.
Denemeye değer!
CEYLAN İLE ASLAN
Her sabah bir ceylan uyanır Afrika'da.
Kafasında tek bir düşünce vardır:
En hızlı koşan aslandan daha hızlı koşabilmek...
Yoksa aslana yem olacaktır.</SPAN>
Her sabah bir aslan uyanır Afrika'da.
Kafasında tek bir düşünce vardır:
En yavaş koşan ceylandan daha hızlı koşabilmek...
Yoksa açlıktan ölecektir.
İster aslan, ister ceylan olun hiç önemi yok.
Yeter ki güneş doğduğunda koşuyor olmanız gerektiğini,
Hem de bir önceki günden daha hızlı
koşuyor olmanız gerektiğini bilin...
Yaşam adlı koşuyu ne kadar güzel anlatmış Afrika atasözü,
Bir önceki günden daha hızlı koşmak gerekmektedir.
Çünkü eğer aslansanız,
Ve en yavaş koşan ceylanı bir önceki gün yakalamışsanız,
Ve bugün bir ceylan yakalamak niyetindeyseniz,
Artık bilmelisiniz ki en yavaş ceylan dünkünden daha hızlıdır,
O halde düne göre hızınızı arttırmanız gerekmektedir...
Yok eğer ceylansanız
Ve henüz aslana yem olmamışsanız
Hızınızı düne göre mutlaka arttırmalısınız,
Çünkü sıra size gelmiş demektir...
Yani,
Hayat koşusunda, devam edebilmenin tek koşulu var:
Dünden daha hızlı olabilmek...
Bakın bakalım şimdi kendinize:
Ondan, şundan, bundan değil "DÜNDEN" hızlı mısınız?
DOSTLUÄžUN ÖYKÜSÜ
Ahmet ve Nihat adında iki arkadas varmış. Aynı okulda okuyorlarmış. Ahmet İstanbul'da yaşayan, evi, arabası yeterince parası olan biriymiş. Nihat memleketten İstanbul'a gelmiş zor şartlar altında yaşayarak okuyormuş. Bunlar zamanla daha da iyi arkadaş olmuşlar. Ahmet Nihat'ın durumuna üzülüyor, yardım yolları arıyormuş. Nihat'ı evine almış. Yedirmiş içirmiş. Cebine para koymuş. Üstünü giydirmiş. Kendine aldığı yeni kıyafetleri bile ona vermiş. Artık beraber gül gibi yaşayip gidiyorlarmış. Bir gün Ahmet camdan dışarı bakıyormuş. Karşıdan gelen, uzun süredir hayran olduğu ve yakında açılmak istediği kızı görmüş. Ve sonra arkadan Nihat'ın onu takip ettiğini. </SPAN>
Nihat eve gelmiş ve Ahmet'e o kızdan çok hoşlandığını aralarını yapıp yapamayacağını sormuş. Ahmet kendisinin de ondan hoşlandığını söyleyememiş. Arkadaşının üzülmesini istememiş çünkü. Aralarını yapmış. Derken zamanla okul bitmiş. Nihat bir süre sonra Kayseri'ye Vali olmuş. Evi arabası, yatı, katı, bir sürü parası olmuş. O kızla da evlenmiş.
Ama Ahmet tam tersi. Evini arabasını kaybetmiş. Bütün parası bitmiş. Yatmaya yeri yemeye yemeği kalmamış. Aç sefil gezerken komşuları,
-Senin bir arkadaşın vardı Nihat diye. O Kayseri'ye Vali olmuş, neden ondan yardım istemiyorsun, belki sana bir iş verir, demişler. Ahmet reddetmiş hemen. Bunu kabullenemem demiş. Komşular ne kadar ısrar ettiyse de bir türlü kabul ettirememişler. Ahmet için daha zor günler başlamış. Bakmış olacak gibi değil, komşularını dinleyip tutmuş Kayseri'nin yolunu. Valiliğe gelmiş. Ordaki odacılardan birine:
- Nihat Bey'i görmek istiyorum, demiş.
Odacı Nihat Bey'in yanına girmiş çıkmış ve "Sizi görmek istemiyor" demiş. "Nasıl olur," demiş Ahmet, "Ona İstanbul'dan çok yakın arkadaşın Ahmet geldi deyin." Odacı tekrar gitmiş ve Nihat Bey sizi tanımadığını, eğer daha fazla ısrar ederseniz kovduracağını söyledi demiş.
Ahmet duyduklarına inanamamış. Nasıl olur da, yemeyip yedirdiği, giymeyip giydirdiği, sevdiği kızı bileeliyle verdiği canciğer arkadaşı Nihat onu tanımaz? Yıkılmış bir şekilde Valilikten çıkıp doğru Nihat'ın evine, eskiden hoşlandığı kızın yanına gitmiş. Belki yardım eder diye. Kapıyı çalmış. Birinin gelip dürbünden kendine baktığını hissetmiş. Ama kapıyı açmamış kadın.
Bir kez daha yıkılmış. Dışarı çıkıp kendini toplamaya çalışırken yanına yaşlı bir amca yaklaşmış. Ahmet'in durumundan çok etkilenmiş adam. Olayı anlatmasını istemiş. Ahmet de olduğu gibi anlatmış. Adam çok üzülmüş. Demiş ki:
- Bak evladım. Seni çok sevdim. Dürüst bir insana benziyorsun. Bak benim şurada bir sarraf dükkanım var. Gel istersen benimle çalış. Hem para kazanırsın hem de yatmaya yerin olur.
Ahmet hemen kabul etmiş ve çalışmaya başlamış.
Gel zaman git zaman dükkana başka bir yaşlı amca gelip gitmeye başlamış. Çok iyi arkadaş olmuş Ahmet'le. Bir gün bu yaşlı amca elinde bir kutuyla gelmiş dükkana. "Bak ben bir yere gidiyorum. Eğer 3 ay içerisinde dönmezsem bu kutu senindir, istediğin gibi kullan" demiş. Ahmet kutuyu almış, odasında bir yere koymuş. 3 ay geçmiş, 4 ay geçmiş, 6 ay geçmiş amca hâlâ gelmemiş. Sonunda Ahmet kutuyu açmaya karar vermiş. Bakmış içinde, elmaslar, mücevherler, altınlar, bir sürü de para var. Ne yapacağını şaşırmış. Hemen patronuna gidip durumu anlatmış. Patronu da artık o kutunun kendisinin olduğunu, istediği gibi kullanabileceğini söylemiş. Bir de öneri de bulunmuş:
- Bak sen bu işi iyice öğrendin. Gel sana bir kuyumcu dükkanı açalım. Gül gibi geçinip gidersin.
Hemen dükkanı açmışlar. Ahmet almış başını yürümüş. Ev, araba, yat, kat... Zengin olmuş kısacası. Bir gün dükkanına bir anne-kız gelmiş. Kızdan hoşlanmış Ahmet. Zamanla görüşmeye başlamışlar, derken nişanlanmışlar. Düğün vakti gelmiş. Davetiyeler hazırlanırken kız "Valiyi de çağıralım" demiş. Ahmet kabul etmemiş. "Nasıl olur" demiş kız, "Biz bu şehrin ileri gelenlerindeniz, valiyi çağırmasak olur mu?" Ahmet yine kabul etmemiş. Kız ısrarla neden böyle davrandığını sorduğunda anlatmış Ahmet. Sorunun bu şekilde çözülmeyeceğini söylemiş kız:
- Biz çağıralım, o yaptığından utansın, demiş.
Ve Vali Nihat Bey'e de bir davetiye yazmışlar.
Düğün günü gelmiş çatmış. Davetliler tek tek gelirken heyecan içindeymiş Ahmet. Nihat'ın gelip gelmeyeceğini merak ediyormuş. Derken eşiyle kapıda görünmüş Nihat. Ahmet, ilk başlarda gözgöze gelmemeye çalışmış. Nihat ne yana gitse öbür tarafa kaçıyormuş Ahmet. Hiç göz göze gelmemeye çalışıyormuş. Sonunda dayanamamış, piste çıkmış, almış mikrofonu eline. Başlamış anlatmaya:
- Zamanında ben durumum iyiyken sevgili Valimiz Nihat Bey ile aynı okulda okuyorduk. O zamanlar Nihat Bey'in durumu bu kadar iyi değildi. Nihat'ı evime aldım. Yemedim yedirdim, giymedim giydirdim. Sevdiğim kızı bile ona verdim. Bir gün benim durumum kötüleşti. Elimde avucumda ne varsa kaybettim. O kadar zor durumdaydım ki Nihat'a yardım istemeye gittim. Ama o beni tanımadığını söyledi, kovdurdu. Oradan çıkıp eşinin yanına gittim. Ama O, kapıda benim olduğumu bildiği halde kapıyı açmadı. Şoke olmuştum. Dışarıya çıkıp kendime gelmeye çalıştığım anda bir amcayla karşılaştım. Sağolsun bana bir iş, yatacak bir yer verdi. Orada çalışırken çevrem genişledi. Başka bir amcayla tanıştım. Gel zaman git zaman o amca elinde bir kutuyla geldi yanıma. Bir yere gideceğini 3 ay içerisinde dönmezse kutunun benim olacağını söyledi. Gelmedi. Kutuyu açtım. İçinde beni bugünlere getiren yüklü eşyalarla ve paralarla karşılaştım. Sonra kendime bir kuyumcu dükkanı açtım. Orada sevgili nişanlımla tanıştım. Ve evleniyorum. Anlattıklarım yalansa yalan desin Nihat Bey, demiş ve bırakmış mikrofonu.
Herkes şaşkınlık içinde Nihat Bey'e dönmüş. Acıyarak bakmışlar bir Ahmet'e, bir Nihat'a. Nihat bir cevap vermek zorunda kalmış. Almış mikrofonu. Başlamış anlatmaya:
- Evet Ahmet'in söylediklerinin hepsi doğrudur. Yalan diyemem. Zamanında bana çok yardım etti, hakkını ödeyemem. Sağolsun benim mutlu bir evlilik yapmama öncülük etti. Ama eşimi zamanında sevdiğini bilmiyordum. Durumunun kötüye gittiğini, bir gün bana geleceğini biliyordum. Hep o günü bekledim. Ve sonunda geldi. Onu kapıdan kovdurdum, doğrudur. Ama niye kovdurdum? Eğer ben o zaman ona yardım etseydim gururuna yediremeyecekti. Belki de bir süre sonra intihar edecekti. İyi bir arkadaşımı kaybetmek istemezdim. Buradan çıktıktan sonra direk eşime gideceğini biliyordum. Hemen eşime telefon açtım. Ona Ahmet'in geleceğini, kapıyı açmamasını söyledim. Açmadı. Derken bizim evin karşısında bir sarraf dükkanı işleten arkadaşım var. Ona hemen telefon açtım. Bizim evden çıkan bir adam görürse onu işe almasını yardımcı olmasını istedim. İşe aldı, yatacak yer verdi. Bir gün babamı gönderdim ona. Can yoldaşlığı etsin diye. İyi arkadaş oldular. Sonra babama bir kutu verdim Ahmet'e götürsün diye. O kutu babamın değildi. Benim de değildi. O zaten Ahmet'indi. Ona borcumu hiçbir zaman ödeyemem. Ahmet kutuyu aldı. İyi kullandı ve bugünlere geldi. Bir gün annemle kızkardeşimi gönderdim. Durumu nedir bir kontrol edin diye. Orada birbirlerini görüp aşık olmuşlar, evleniyorlar...
Bırakmış mikrofonu. Ahmet'le beraber herkes şaşkınlık içinde kalmış. Bir an göz göze gelmişler. Derken birbirlerine sarılıp özür dilemişler. Güzel bir düğün olmuş, beraberce mutlu yaşamışlar.
Kaçabilirsiniz ancak saklanamazsınız!
ZEHİR
Uzun yıllar önce Çinde Li-Li adlı bir kız evlenir ve aynı evde kocası ve kaynanası ile birlikte yaşamaya başlar. Lakin kısa bir süre sonra kayınvalidesi ile geçinmenin çok zor olduğunu anlar.İkisininde kişiliği tamamen farklıdır buda onların sık sık kavga edip tartışmalarına yol açar. Bu Çin geleneklerine göre hoş bir davranış değildir ve çevrenin oldukça tepkisini alır.
Birkaç ay sonra bitmez tükenmez gelin kaynana kavgalarından ev onun ve kayınvalidesi ile arada kalan esi icinde cehennem haline gelmistir.
Artık birşeyler yapmak gerektiğine inanan genç kadın doğru babasının eski bir arkadaşı olan baharatcıya koşar ve derdini anlatır. Yaşlı adam ona bitkilerden yaptığı bir ilaç hazırlar ve bunu 3 ay boyunca hergün azar azar kaynanası için yaptığı yemeklerin içine koymasını söyler. Zehir az az verilecek , böylece onu gelininin öldürdüğü belli olmayacaktır. Yaşlı adam genç kadına kimsenin ve eşinin şüphelenmemesi için kaynanasına çok iyi davranmasını ona en güzel yemekleri yapmasını söyler.
Sevinç içinde eve donen Li-Li yaşlı adamın dediklerini aynen uygular . Hergün en güzel yemekleri yaparak kaynanasının tabağına azar azar zehiri damlatıyordu. Kimseler şüphelenmesin diyede ona çok iyi davranıyordu. Bir süre sonra kayınvalideside çok değişmişti ve ona kendi kızı gibi davranıyordu. Evde artık barış rüzgarları esiyordu.
Genç kadın kendisini ağır bir yük altında hissetti yaptiklarından pişman bir vaziyette baharatcı dükkanının yolunu tuttu ve yaşlı adama şu ana kadar kaynanasına verdiği zehirleri onun kanından temizleyecek bir iksir için yalvardı, Yaşlı kadının ölmesini artık istemiyordu. Yaşlı adam yaşlı gözlerle karşısında konuşup duran Li-Li ye baktı ve kahkahalarla gülmeye başladı.
Sevgili Li-Li dedi ;
Sana verdiklerim sadece vitaminlerdi. Olsa olsa kayınvalideni sadece daha da güçlendirdin hepsi bundan ibaret. Gercek zehir ise senin beyninde olandı. Sen ona iyi davrandıkca oda dağıldı ve yerini sevgiye bıraktı böylece siz gerçek bir ana kız oldunuz dedi.
Eski bir Çin atasozu şöyle der ;
Gül veren elde gül kokusu kalır.
Sevilen insan sevgisini insanlara veren insandır.
bende bir tane eklemek istedim...teşekkürler...
DİKKATLİ BAKALIM
Adam fısıldadı, "Tanrım konuş benimle"
ve bir kuş cıvıldadı ağaçta ama,
Adam duymadı. </SPAN>
Sonra Adam bağırdı "Tanrım konuş benimle!"
Ve gökyüzünde bir şimsek çaktı ama,
Adam umursamadı..
Adam etrafına bakındı ve "Tanrım seni görmeme izin ver" dedi.
Bir yıldız parıldadı gökyüzünde.
Ama Adam farkına varmadı.
Ve adam bağırdı, "Tanrım bana bir mucize göster!"
Ve bir bebek doğdu bir yerlerde.
Ama adam bunu bilemedi.
Sonra adam çaresizlik içinde sızlandı,
"Dokun bana Tanrım ve burada olduğunu anlamamı sağla!"
Bunun üzerine Tanrı aşağı doğru süzüldü ve Adam'a dokundu.
Ama Adam elinin tersiyle kelebeği uzaklaştırdı ve yürüyüp gitti.
Alıntı:Sevilen insan sevgisini insanlara veren insandır.
bende bir tane eklemek istedim...teşekkürler...
Çok Teşekkür ederim ....
Sevg ...
DERT AÄžACI
Eski çiftlik evimizi restore etmek için tuttuğum marangoz, işteki ilk gününü zorlukla tamamlamıştı. Arabasının patlayan lastiği onun işe bir saat geç gelmesine neden olmuş, elektrikli testeresi iflas etmiş ve şimdi de eski püskü pikabı çalışmayı reddetmişti. </SPAN>
Onu evine götürürken yanımda adeta bir taş gibi oturuyordu. Evine ulaştığımızda beni, ailesiyle tanışmam için davet etti.
Eve doğru yürürken küçük bir ağacın önünde kısa bir süre durdu, dalların uçlarına her iki eliyle dokundu.
Kapı açıldığında; adam şaşırtıcı bir şekilde değişti. Yanık yüzü tebessümle kaplandı, iki küçük çocuğunu kucakladı ve eşine kocaman bir öpücük verdi. Daha sonra beni arabaya yolcu etmeye geldiğinde; ağacın yanından geçerken merakım daha da arttı ve ona eve giderken gördüğüm olayı sordum.
"O, benim dert ağacım," dedi. "Elimde olmadan işimde bazı sorunlar çıkıyor, ama şundan eminim ki o sorunlar, evime, eşime ve çocuklarıma ait değil. Bunun için bu sorunları her akşam eve girerken o ağaca asıyorum. Sabahları tekrar onları oradan alıyorum. Ama komik olan ne biliyor musunuz? Ertesi sabah onları almaya gittiğimde, astığım kadar çok olmadıklarını görüyorum...
DOST
Terentius, "Onunla her şeyi paylaşmak zevkinden mahrum kalınca, hiçbir zevki tatmamaya karar verdim" demiş, yitirdiği bir dostunun ardından.</SPAN>
Nasıl bir insandan bahseder Terentius? Karşısında zavallı gibi görünmekten gocunmadığımız, bizi değiştirmeye değil geliştirmeye çalışan, yargılayan değil, kendimizi sorgulamamıza yardımcı olan biri midir yitirilen?
Sabahın üçünde çaldığımız kapısını açtığında, tek kelime etmeden kollarına atılıp ağlayabileceğimiz bir insan mıdır Terentius'un acısını bu şekilde dillendiren?
Nedenlerini merak etse de, göz yaşlarımızın dinmesini bekleyecek kadar anlayışlı, titrek sesimiz ve telaşlı cümlelerimizi sükunetle dinleyecek kadar sabırlı, acımızın bir kısmını kendine yük edinecek kadar cömert ve yürekli insanlar mıdır dost diye seçtiklerimiz? Sadece sohbeti değil, sessizliği de sıkıcı olmayan; yalnızlığımızı unutmak için varlığı, eksikliğini hissetmemiz için yokluğu kafi gelen insanlara mı dostum deriz?
Başımıza gelen güzel bir şeyin coşkusu yüreğimize sığmadığında, saate aldırmayıp telefona sarıldığımız ve karşımızdaki uykulu sese "Kulaklarına inanamayacaksın!" diye bağırdığımızda, "Sabahı bekleyemez miydin?" demeyen biri midir gerçek bir dost?
Güzel bir film izlediğimizde, keşke O da olsaydı dediğimiz, okuduğumuz bir kitaptan bahsedebildiğimiz ve en mahrem sırlarımızı anlattıktan sonra rahatça uykuya dalabildiğimiz bir sırdaş mıdır yoksa?
Konuşurken gözlerimizi kaçırmadığımız, kendimizi saklamadığımız ve yüzümüze en acı gerçekleri haykırırken bile darılmadığımız yalnızlığımız mıdır dost dediğimiz insanlar?
Ne bileyim, aynı fikirde olmasak da uzlaşabildiğimiz, köprüleri atmadan da tartışabildiğimiz, her savaştan birlikte ve biraz daha güçlenmiş bağlarla çıktığımız insanlar mıdır dost payesi verdiklerimiz?
Tanıdığımızı sanırken, daha keşfedilmeyi bekleyen nice el değmemis duygular ve düşünceler taşıdığını gördüğümüz; sürekli bizi şaşırtan kendimiz midir onlarda sevdiğimiz?
Aristo haklı mıdır; "Dostluk bir ruhun iki ayrı bedende yaşamasıdır" derken ve Terentius, başka bir bedende toprağa verdiği ruhunun yasını mı tutmaktadır? Paylaştığı her şeye ölüm de mi dahildir?
Acaba, neyi kaybedeceğini, dostu ölmeden önce fark etmiş midir?
Ya biz; her şeyi paylaşmanın, iddialı ve gerçek dışı geldiği günümüzde, sahip miyiz gerçek bir dosta?
Ya da adımızın önüne dost sıfatı koyan insanlar var mıdır hayatımızda? Yoksa kendimizi sevmeyi başaramadığımızdan, şaşırıyor muyuz bizi sevdiğini söyleyen birinin varlığına, inanamıyor muyuz yanımızda kalmasına ve uzaklaştırıyor muyuz içten içe bizi sevmesini istediğimiz insanı kendimizden?
Ve bir gün, bir el daha kayıp gittiğinde avuçlarımızdan, kendi mezarımızın başında ağlayacağımızı biliyor muyuz?
İş işten geçmeden önce teşekkür edebiliyor muyuz sevdiğimize, hiç değilse bizi sevdiği için...