DOKUZ DÜŞÜNCE AŞAMASI
Eğitimli insanların dokuz düşüncesi vardır:
1. Baktıklarında berrak görmeyi düşünürler,
2. Dinlediklerinde, iyi duymayı düşünürler,
3. Görünüşleri bakımından sıcak olmayı düşünürler,
4. Davranışlarında saygılı olmayı düşünürler,
5. Konuşmalarında doğru olmayı düşünürler,
6. İşlerinde ciddi olmayı düşünürler,
7. Kuşkuya düştüklerinde soruları nasıl soracaklarını düşünürler,
8. Öfkelendiklerinde sorunları düşünürler,
9. Kazancı gördüklerinde adaleti düşünürler...
Konfüçyüs
EN BÜYÜK BAŞARI, KENDİN OLMAKTIR.
Hani bazı şeyler gözümüzün önünde şekil değiştirir ya, işte öyle bir şey okuyaaksınız. Ama bu şekil değişikliğinin ille de fiziksel olması gerekmiyor. Ruh halindeki hızlı değişimler de bizi aynı fizikî değişimlerde olduğu kadar şaşırtabiliyor. Bunu gözlemlemek kolay ama burkuyor insanın içini. </SPAN>
Bir arkadaşımız iki haftadır yoğun bir motivasyon içindeydi. Her sabah işe geliyor ve üşenmeyip yakın çevresine günaydın demek için odalarımızı dolaşıyor, bizi mutlu etmek amacıyle minik armağanlar getiriyordu. Davranış biçimi ruhumuzun okşarken, fiziksel olarak da her zamankinden daha sevimli göründüğü için göz zevkimizi de tatmin ediyordu. Her zaman alıştığımız spor giyim tarzının daha farklı ve oldukça hoş giyiniyordu. Gözlerinin içi gülüyor ve hepimizi etkisi altına alan negatif enerjiden bizi sıyırmak uğraşıyordu. Sanki ufak çaplı bir misyon üstlenmiş gibiydi.
Bizler ise ona gülümsemeye çalışırken bile " Ama.." diye başlayan olumsuz cümleleri sarfediyorduk. Nasıl böyle pozitif olabildiğine için için sinirlenmiyor da değildik. O ise bize "Ne derseniz deyin beni aşağıya çekemezsiniz" diyerek gülümsüyordu. Olan biten yaşanan tüm tatsızlıkları, ülkemizin ekonomik sıkıntılarını, bunun birey olarak hepimize yansımasını, terördü, savaştı mavaştı, hepsini o da biliyordu. Yani kavanoz içinde yaşamadığı gibi aldırış etmeyen biri de değildi. Baktık onu ikna edemiyoruz, başladık dedikoduya; "Seni böyle motive eden kesinlikle aşk olmalı, insan ancak aşık olunca böyle çiçeğe böceğe kafasını takar" dedik.
Güldü ve "Evet!" dedi, " Evet aşık oldum!.
"Kime ?" sorduk.
Ağzını doldura doldura ve gayet kendinden emin bir sesle "Kendime!" dedi.
Ne kadar haklıydı. Yaşadığımız kişisel ve toplumsal tüm problemler kendimizi görmeyi ve hissetmeyi unutturuyor. Bir çarka kaptırıp gidiyoruz. Kendimizden tat almayı unutuyoruz. Oysa bunun için ne çok sebebimiz var. Mutlaka her şeyin dört dörtlük olması gerekmiyor.
Sağlıklı mıyız?
Elimiz iş tutuyor mu?
Fikir üretebiliyor ve uygulayabiliyor muyuz?
Dostlarımız var mı doya doya sohbet edecek?
Can dostlarımız ve ailemiz var mı hayatı paylaşacağımız? Kaybettiğimiz yakınlarımızın yerine oturtmaya çalıştığımız, doğuştan değil, sonradan kendi seçtiğimiz akrabalarımız var mı?
Renklerimiz yok mu üzerimizde taşıyarak güzelleşebileceğimiz, hayallerimizi süsleyebileceğimiz?
Çiçekleri yok mu bize ait olmasa da doğa da olan ve kopartmadan koklayabileceğimiz?
Varsın zorluklar olagelsin. Sınavdır belki de, gelir geçer. Geçmese de alıştırır, bizim zorluklarımız olur.
Yeter ki kendimizle barışık olalım. Yeter ki aynalara her ne olursa olsun gülümseyebilelim. Varsın derinlere inemeyen sığ insanlar bize deli desin.
Çok akıllı olup bunalmaktansa, deli olup hayatı şakayla karışık yaşayarak yol alalım. İyilikler kadar sıkıntılar, zorluklar, kayıplar da insanlar için. Tünelin en karanlık noktası aydınlığa en yakın olan anıdır. Yeter ki zor zamanları kendimize ve çevremize küsmeden geçirelim. Olabildiğince mutlu ve pozitif olalım.
Negatif olmak çevreye çok çabuk bulaşıyor. Söz konusu arkadaşım etraftan gelen negatif enerjiye iki hafta dayanabildi. Dün odama gelip "Bana enerji ver, kendimi düşük hissediyorum." dedi.
Buyrun bakalım.
Kendine aşkı mı bitti? Hayır, sadece pozitifi bize o kadar çok verdi ki, kendi enerjisini düşürdü. Oysa bizler almayı bilseydik, ondan yayılan bizden yayılanla birleşecek ve daha büyüyecekti. Yani paylaştıkça çoğalacaktı.
Öyleyse etrafımıza hemen gülümseyelim. Belki de ilk başta sahte gibi olacak ama sonra içten geldiğini göreceğiz. Kendimize aşkımızı hiç kaybetmeyelim ve bu aşk oldukça herşeyin üstesinden geleceğimizi unutmayalım. Kendimizi şımartmayı ihmal etmeyelim. Küçücük şeylerle bile olsa: Bir kahve, bir kadeh şarap, bir kurabiye, bir film, bir kıyafet, bir kitap, bir dost paylaşımı, bir kucaklaşma, ne şekilde olursa olsun kendimizi ödüllendirmektir.
***
Steve Goodier şöyle söylüyor:
"Başarıların ne olursa olsun, en büyük başarın mümkün olabildiğince kendin olmaktır. Dünyayla uyum içinde olabilmek için kendin ol. Bu meydan okuyan bir iştir. Ve bunu senin kadar kimse yapamaz...
EMİN MİSİN?
Yağmurun bir gün dinmeyeceğinden,
hiç bitmez görünen hayat ırmağının bir gün kurumayacağından, seni alıp diyardan diyara gezdiren rüzgârın duruvermeyeceğinden
emin misin ? </SPAN>
Hep atan yüreğinin duruvermeyeceğinden,
gören gözünün hep göreceğinden,
duyan kulağının hep duyacağından
emin misin ?
"Ben olmazsam olmaz" dediğiniz işlerin asla sensiz yapılamayacağından,
sen olmazsan dünyanın duruvereceğinden,
seslendiğinde titrettiğini sandığın şu dağların hep emrinde olacağından
emin misin ?
Sana uzanan ellerin hep yanında olacağından,
yüreğini verdiklerinin bir gün sırtlarını dönüp gitmeyeceğinden
emin misin?
Boynuzsuz koyunun, boynuzlu koyundan hakkını alacağı günde;
balıklardan kuşlara, ağaçlardan güneşe, üzerindeki mesajları okuyup anlamadığın yaratılmışların senden şikâyetçi olmayacağından
emin misin?
Sana hep açık duran ilahî kapıların bir gün kapanmayacağından ve şaşırıp kalmayacağından
emin misin ?
Karanlığın içinde kaybolup giden çığlıkları duyabildiğinden, yüreğindeki ışıktan başkalarına da verebildiginden
emin misin ?
Güzel bir hayat yaşadığından, yapabileceğin herşeyi yaptığından
emin misin?
Bütün bunlar için bir kere daha fırsatın olacağından sahiden
emin misin ?
EÄžER...?
Eğer, herkes kendini kaybedip seni suçladığı zaman, sen soğukkanlılığını koruyabilirsen;</SPAN>
Eğer, herkes senden kuşkulandığında sen kendine güvenip tüm şüpheleri hoşgörüyle karşılayabilirsen;
Eğer, sabırla bekleyebilir ve beklemekten yorulmazsan ya da iftiraya uğradığında yalana yalanla karşılık vermezsen ve kin tutana kin duymazsan;
Eğer, düşlere kapılmadan düş kurabilir; düşünebildiğin halde düşüncelerin kölesi olmazsan ve aynı zamanda ne çok uysal olup ne de çok akıllıca bir tavırla konuşmazsan;
Eğer, ne kazandım diye sevinir, ne yıkıldım diye yerinir, ikisini de karşılayıp yüzleşebilirsen; ömür verdiğin şeylerin yıkılışını seyredebilir ve yılmadan onu yine kurmaya çalışırsan;
Eğer, iş işten geçtikten sonra da yüreğini ve bedenini bütün direncinle seferber edip herkesin vazgeçtiği noktada sen amacına yönelebilirsen;
Eğer, herkesle birlikte olur da, erdemli kalabilirsen ya da krallarla dolaştığın bir durumda, gururlanıp benliğini ve dostlarını unutmazsan;
Eğer, ne sevgili dostların ne de düşmanların seni incitmezse ve kimseyi hem küçümsemez, hem de kimseye bağımlı olmamayı başarabilirsen;
Eğer, her günün her saatini, her dakikanın her saniyesini iç rahatlığıyla yaşayabilirsen, bütün dünya senin olur yavrum ve o zaman artık "ADAM" olduğunu düşünebilirsin.
Rudyard Kipling (1865-1937)
EN GÜÇLÜ TANIK : VİCDAN
Vicdan kendi kendimizi suçlayabilme, sorgulayabilme ve gerektiğinde kendimize savaş açıp, tanıklık edip, ceza verebilme üstünlüğüdür. Akıl ve vicdanımızın bize gösterdiği yol ile egomuzun ve dizginlenememiş duygularımızın istekleri arasında zaman zaman seçimler yapmak, çatışmalara göz yummak durumunda kalırız. </SPAN>
Çoğu zaman da egomuzu ve duygularımızı kayırmak gibi bir alışkanlık içinde olmaktan da geri kalmayız. Oysa bedene ve akıla ne denli muhtaçsak, iç dünyamız ve huzurumuz için vicdana da o denli ihtiyacımız vardır. Aslında tüm bunlar biraz bilgi, biraz sorumluluk ve biraz da deneyimle birleştirilirse kusursuz sonuçların alınması her zaman olanaklıdır.
Gerçekte insanın egosu, güzel duyguların düşmanı değildir. Herşeye karşın küçük bir çaba göstererek, eğiterek onu dost yapabiliriz. Vicdan, insanı hep doğruya ve güzele götüren acımasız bir yönetici ve yönlendiricidir.
Öyle ya da böyle, her gün gelişmekte olan sezgi ve duygularımızın etkisi altında daha anlaşılır ve berrak duruma gelen güncel olayların rengi ve tadı, vicdanımızı biraz daha geliştirir.
Vicdan kendisine karşı dürüst olan insanın tek efendisidir.
Elbette vicdan ve bilinci uyandırmak öyle kolay bir şey değildir. Bu savaşta gün gelecek herkes cehennemi yaşayacaktır. Ama bu savaş bilinçli bir biçimde devam ettirilebilirse o kapkara cehennemin, pespembe bir cennete çabucak dönüştüğünü görebiliriz.
İnsanın vicdan ve bilincinin, bilgisizlik ve sevgisizlik karşısında göstereceği dikkat, uyanıklık ve duyarlılık kendi içindeki kimliğini bulmasına yardımcı olacaktır.
Vicdan bilinç, hoşgörü ve tüm sevgi duygularının kaynağıdır.
Koşullandırılmış düşünce ve bilinç, insanın gelişmesini yavaşlatır. Özgür düşünce, özgür bilinç, özgür vicdan ise, kişinin gelişmesinde, iyiyi, doğruyu, güzeli, gerçeği bulmasında öncülük yapar.
İnsanoğlu, vicdanın üstünlüğünü, şefkatin vazgeçilmezliğini, sevginin sonsuz gücünü öğrenmedikçe, dünya hep acılar ve düş kırıklıkları dünyası olarak sürecektir.
Kişinin yücelmesi anlayışa, vicdana ve bilgiye dayanır. Bunda en önemli eylem, kendimize egemen olmak, diğer tanımıyla egomuzu denetim altına almasını bilmektir.
İnsan bilinç ve vicdanı ile bilimi birleştirmek durumundadır. Aynı zamanda; gelenekleri, dinsel görüşleri, teknolojinin gelişmeleri ile bağdaştırmak ve böylece yaratıcı düşünceyi madde ile barıştırmak çabasına girmek zorundadır.
İnsanca yaşamak, vicdanımızın sesini bastırmadan akıllıca, sorumlulukla ve olumlulukla hareket etmekle başlar.
İçgüdüsel olarak, her olayda sorununuz ya da şaşkınlığınız ne olursa olsun vicdanınız, sizin haklı olup olmadığınızı adeta bağırır. Tabii duymak isterseniz ya da sesini boğmaya kalkmazsanız.
Vicdan rahatsızlığı, suçun işlendiği anda başlar ve devamlı insanı huzursuz eder.
Böyle bir durumda suçluluk duyan kişi; ne kendi yargıçlığından ne de kendine biçtiği hükümden kurtulamaz.
Her insan kendi vicdanı içinde en büyük özgürlüğünü yaşar.
Vicdan insanın; içinde tatlı tatlı duyumsadığı bir ilahi fısıldayıştır.
Bir kişiyi suçlarken, bir kişiyi yargılarken, terazinin öteki kefesine de mutlaka vicdanınızı koyunuz. Göreceksiniz, varacağınız sonuçlar çok daha adil olacaktır.
Hep kargaşalardan, çıkar çatışmalarından yana, ya yok etmek ya da yalnızca kazanmak için koşullandırılmış bir dünya...
Çoğu zaman anlayışın, vicdanın, tertemiz duyguların, sezgilerin, sevginin, hoşgörünün bir ütopya olarak benimsendiği bir dünya...
Yanlış, eğri, kötü bir uygulamanın, bir sabit fikir peşinde gitmeyi, kör nefsine ve hatta zulme bayraktarlık etmeyi yaşamın sanki bir gereği ve hatta gerçeği olarak görmeye başladığımız bir dünya...
Dünyanın bu katılaşmış ve kalıplaşmış görünümünden sıyrılın. Kendinizle, öz kimliğinizle buluşun.
Asla unutmayın ki; her işimizde, her tavrımızda, her uygulamamızda içimizdeki; en güçlü tanık, vicdanımızdır.
Hanri Benazus
FISILTI VE TUÄžLA
Genç ve başarılı bir yönetici, yeni Jaguar'ıyla bir mahalleden hızlı bir şekilde geçiyordu. Parketmiş arabaların arasından yola aniden çıkabilecek çocuklara dikkat ediyordu ve bir şey gördüğünü sanarak yavaşladı.</SPAN>
Arabayla caddeden ihtiyatla geçerken hiçbir çocuk göremedi fakat, arabasının kapısına bir tuğla atıldığını farketti. Aniden arabasını durdurdu ve tuğlanın fırlatıldığı yere geri döndü. Arabadan indi, orada bulunan küçük bir çocuğu tuttu ve onu park etmiş bir arabaya doğru sıkıştırarak bağırmaya başladı:
"Bunu neden yaptın? Sen de kimsin, ne yaptığının farkında mısın!"
İyice sinirlenerek devam etti:
"Bu yeni bir araba ve atmış olduğun bu tuğla bana çok pahalıya malolacak. Bunu neden yaptın?"
Çocuk yalvararak cevap verdi:
"Lütfen efendim. Çok üzgünüm ama başka ne yapabilirdim, bilmiyordum. Eğer tuğlayı fırlatmasaydım kimse durmazdı..."
Parketmiş bir arabanın arkasına işaret ederken çocuğun gözyaşları titreyen çenesine süzülüyordu:
"Kardeşim kaldırımın kenarından yuvarlandı ve tekerlekli sandalyesinden düştü, ben onu kaldıramıyorum. Lütfen onu tekerlekli sandalyesine oturtmam için bana yardım eder misiniz? Benim için çok ağır."
Bu durumdan son derece duygulanan genç yönetici, boğazında büyüyen yumruyu zar zor da olsa yutkundu. Yerdeki genç adamı kaldırarak, tekerlekli sandalyeye geri oturttu. Mendiliyle, çizik ve yaraları sildi ve adamın ciddi bir yarası olup olmadığını kontrol etti. Küçük çocuk genç yöneticiye döndü:
"Teşekkür ederim efendim, Tanrı sizden razı olsun" dedi.
Genç yönetici, küçük çocuğun, ağabeyini kaldırımdan evine doğru götürmesini izledi.
Bulunduğu yerden arabasına geri dönmesi oldukça uzun sürmüştü. Uzun ve yavaş bir yürüyüştü. Genç yönetici, kapıyı hiç tamir ettirmedi. Kapıda oluşan çöküğü, hayatını birisinin kendisine tuğla atmasını gerektirecek kadar hızlı yaşamaması gerektiğini hatırlatması için öylece bıraktı.
Tanrı, ruhunuza fısıldar ve kalbinize konuşur.
Bazan, dinleyecek kadar zamanınız olmadığında ise, size bir tuğla fırlatır.
İster fısıltıyı, ister tuğlayı dinleyin.
Bu sizin tercihiniz.
Çeviri: Tarık Candar
GÜÇ VE CESARET
Emin olmak güç gerektirir,
kuşkulara sahip olmak cesaret gerektirir. </SPAN>
Bir yere ait olmak güç gerektirir,
öne çıkmak cesaret gerektirir.
Bir arkadaşının acısını paylaşmak güç gerektirir,
kendi acını hissetmek cesaret gerektirir.
Kendi acını saklamak güç gerektirir,
onu göstermek ve onunla başa çıkmak cesaret gerektirir.
Savunmaya geçmek güç gerektirir,
savunmayı bırakmak cesaret gerektirir.
Kazanmak güç gerektirir,
teslim olmak cesaret gerektirir.
Tek başına durmak güç gerektirir,
bir arkadaşa yaslanmak cesaret gerektirir.
Sevmek güç gerektirir,
sevilmek cesaret gerektirir.
Yaşamda kalmak güç gerektirir,
yaşamak cesaret gerektirir.
Her yaptığınız işte güç ve cesaret bulabilirsiniz
ve yaşamınız o zaman arkadaşlık ve sevgiyle dolabilir.
GÜNEŞE YAZI YAZILMAZ
Çok zaman önce refah içinde yaşayan bir ülke varmış. Ülkenin huzurlu ve müreffeh yaşamasının bir nedeni de adil, iyi yürekli, dürüst kralı imiş.</SPAN>
Kral zaman zaman tebdili kıyafet eder, ülkeyi dolaşır, halkının dertlerini dinler, sorunlara çözüm bulurmuş. Gene böyle bir günde kral dolaşırken, yolu dağ başında bir göl kenarına düşmüş. Gölün kenarındaki ağacın dibine çökmüş aksakallı bir dede, bir elinde bir kese, diğerinde bir kese. Birinden bir taş alıp, diğerinden aldığı taşa bağlayıp göle atıyormuş. Bu işe epey bir süre devam etmiş ve nihayet bittiğinde, dede yoluna gitmek üzere ayağa kalkmış ve kralla göz göze gelmiş. Kral dedeye sormuş:
- "Dede bütün bir gün seni izledim, sen ne iş yaparsın anlayamadım!" demiş.
Dede kralın sorusunu şöyle cevaplamış:
- "Oğlum ben insanların kaderlerini birbirine bağlarım."
- "Peki en son kimin kaderini birbirine bağladın?" diye sormuş Kral.
- "Kralın güzel kızı ile uşağı Ahmet' in kaderini bağladım." Demiş aksakallı dede.
Kral bu cevabı alınca dünyası kararmış. Bir yanda güzeller güzeli ak pak biricik kızı, ülkenin prensesi, diğer yanda olmamış oğlu kadar sevdiği zenci uşağı Ahmet. Ne yaparım? Nasıl eder de Ahmet' e bir zarar vermeden bu kaderi bozarım diye düşünerek, sarayın yolunu tutmuş.
Saraya gidince hemen sevgili uşağı Ahmet' i huzuruna çağırmış:
- "Oğlum Ahmet sana bir mektup vereceğim, bu mektubu alacak ve Güneş' e götüreceksin!" demiş.
Krala sorgu sual edilmez. Biçare Ahmet mektubu ve yolluğunu alarak düşmüş bilinmez yollara, düşmüş ki ne düşmek. Babası kadar sevdiği Kral'ı ona bir görev vermiş ve o bu görevi yerine getirmeli, ama nasıl?
Günlerce dere tepe demeden yol gitmiş. Nihayet yorgunluktan bitkin halde iken gördüğü bir ulu ağacın gölgesinde dinlenmeye karar vermiş ve uykuya dalmış. Uyandığında bir de ne görsün! Ağacın az ötesinde bir göl, o göl ki üzerine güneşin aksi vurmuş!
- "Kralımın dediği Güneş bu olsa gerek" diyerek, üzerinde sadece külotu kalıncaya kadar soyunarak atmış kendini göle. Dibe doğru yüzmüş, yüzmüş... Taa dipte, güneşin aksinin tükendiği yerde bir de ne görsün! Şahane bir hazine sandığı! Almış sandığı çıkmış, çıkmış ama, Ahmet artık zenci değil bembeyaz bir Ahmet... Sadece külotunun olduğu bölge eski rengini taşıyor.
- "Var bu işte bir hikmet!" demiş ve açmış sandığı. Sandık gerçek bir hazine sandığı, içinde binbir türlü mücevherat ile birlikte üzerinde 'Güneş'ten Kral'a' yazan bir de zarf.
Ahmet ne yapacağını bilemez hale gelmiş bir anda, yeni rengi ve yaşadıkları ile ülkesine dönünce kimsenin kendisine inanmayacağını düşünerek, ismini de değiştirip, ülkesine zengin bir tüccar kimliği ile dönme kararı almış.
Dönünce ülkesine, düşleri bir bir gerçekleşmiş.
Ülkesinin bu yeni dürüst ve yakışıklı tüccarı ile güzeller güzeli kızını evlendirmeye karar verince Kral, dünyalar Ahmet'in olmuş. Kral vermiş vermesine kızını zengin tüccara ama aklı da bir yandan oğlu gibi sevdiği ve hiçbir haber alamadığı uşağı Ahmet'te imiş. Gel zaman git zaman damadı ile birlikte bir ziyafet yemeğinde iken yere düşen bir çatalı almak için eğilince Ahmet, şalvarının kenarından kaba eti görünmüş!
Koyu renkli tenini gören Kral gözlerine inanamamış. Yemek bitip odasına çekilecekken herkes, koridorun sonuna doğru yürüyen damadının arkasından seslenivermiş Kral:
- "Ahmet!"
Ahmet seneler sonra duyunca gerçek adını, gayrıihtiyarî kendisine seslenen Krala dönüvermiş... Ve,
- "Neler oldu Ahmet, evladım anlat başından geçenleri bana!" diyen kralına bütün olanları bir bir anlatmış. Bunun üzerine Kral:
- "Peki Güneş'in bana gönderdiği mektup nerede?" diye sorunca da hemen odasına koşarak, sandıktan çıkan mektubu alıp Kral'a vermiş. Mektupta şu satırlar yer alıyormuş:
Güneşe yazı yazılmaz.
Yazılan yazı ise bozulmaz...
Binbir Gece Masalları'ndan
GÜNLÜK YAŞAMA DEÄžER KATMAK
Epiktetos yirmi asır önce demiştir ki: "Kader önünde sonunda, şöyle veya böyle günahlarımızın bedelini önümüze koyar. Görünen ya da görünmeyen zaman içinde herkes günahlarının bedelini öder. Ektiğini biçer.</SPAN>
Bunu bilen adam kimseye kızmaz, gücenmez, kimseyi aşağılamaz, kimseyi itham etmez, kimseden nefret etmez, kimseye kin tutmaz. Bunu bilen adam karşılaştığı aksiliklere şaşmaz. Önüne çıkan maddî-manevî engellerin kendi günahlarından başka bir şey olmadığını bilir."
Düşmanlarınızı düşünmek için ayıracağınız bir dakika bile düşmanlarınızdan daha değerlidir. Nefret ve intikam hissi size büyük zararlar verir.
Aristo şöyle diyor: "İdeal insan iyilik yapmaktan zevk alır. Kendisine iyilik yapılırsa mahcubiyet duyar. Çünkü iyilik yapmak üstünlük işareti, bir iyiliğe muhtaç duruma düşmek zaaf işaretidir."
Karşılaşacağımız nankörlükten dolayı üzülmemek için hazırlıklı olalım. Karşılık beklemeden iyilik yapalım.
Mutluluk minnet beklemekte değil, minnet gösterilmesinden rahatsızlık duyulacak olgunluğa erişmektir.
Mutlu olmak için 8 Özel Armağan
Dinleme... Ama gerçekten dinleyin. Kesmeden, hayal kurmadan, vereceğiniz cevabı düşünmeden... Can kulağıyla dinleyin.
Sevgi... Kucaklamalar, öpücükler, sırt sıvazlamalar ve el tutmalar konusunda cömert olun. Bu ufak hareketler, aileniz ve dostlarınıza olan sevginizi daha açık göstermenizi sağlayabilir.
Kahkaha... Fıkra anlatın, neşeli hikâyeleri paylaşın. Bu armağanınız "seninle birlikte gülmeyi seviyorum" anlamına gelir.
Yazılı bir not... Basit bir "Yardımın için teşekkürler" notu, ya da belki bir şiir... Kısa, elle yazılmış bir not bazen ömür boyu hatırlanır.
İltifat... Basit, içtenlikle söylenen bir söz ("Bu renk sana ne çok yakışmış", "Harika bir is çıkardın", "Yemek nefis olmuş" gibi) karşınızdakinin içini aydınlatır.
İyilik... Her gün, rutininizi kırıp birisine hoş, nazik bir şey yapın.
Yalnızlık... Bazen tek istediğimiz yalnız kalmaktır. Bu anlara duyarlı olun ve ihtiyacı olana yalnız kalma armağanını verin.
Neşeli bir yapı... Birine tatlı bir söz söylemek gibisi yoktur. Selâm vermek veya teşekkür etmek o kadar zor mu?
GÜLÜMSE
Düşman tarafından tutsak alınmıştım.
Bulunduğum hücre kapkaranlıktı. Gösterilen kötü muamele ve kötü bakışlardan ertesi gün idam edileceğimi anlamıştım. </SPAN>
Evet öldürüleceğimden kesinlikle emindim artık... Bu durum beni aşırı derecede asabî yaptı, çıldıracak gibi idim.
Gözlerinden kaçan bir sigara bulabilirim amacıyla ceplerimi karıştırıyordum... Bir tane bulmuştum sonunda.
Ama hiç kibritim yoktu; hepsini almışlardı.
Hücredeki parmaklıkların arasından gardiyana baktım.
Benimle göz göze gelmemeye çalışıyordu.
Tabii... Ne de olsa hiç kimse bir cesetle göz göze gelmek istemezdi.
Aniden ona "Ateşiniz var mı?" diye seslendim.
Bana baktı, yerinden kalktı ve sigaramı yakmak için yaklaştı. Yaklaştı, sigaramı yaktı ve o anda göz göze geldik.
Ona gülümsedim...
Bunu neden yaptığımı bilmiyorum. Belki sinirden, belki de biriyle bu denli yaklaşınca gülümsemeden durmak zor olduğundan.
İşte, her ne ise ve ne sebeple ise, ona gülümsedim.
O anda sanki iki yürek, iki insan ruhu arasındaki boşluk doluverdi.
Sigaramı yaktı ve yanımda kaldı.
Gözlerime baktı ve gülümsemeye devam etti.
Ben de ona gülümsemeye devam ettim.
Şimdi onun gardiyan değil de bir insan olduğunu düşünüyordum.
Artık onun bana bakışlarında da bir başka boyut vardı...
Aniden bana "Çocukların var mı?" diye sordu.
"Evet. İşte buradalar."
Cüzdanımdan titreyen ellerimle resimlerini çıkarmaya çalıştım.
O da bana kendi ailesinin resimlerini gösterdi ve gelecekle ilgili planlarından ve amaçlarından söz etmeye başladı.
Gözlerim yaş içinde kalmıştı.
Ailemi bir daha hiç göremeyeceğimi düşünerek korkuya kapıldığımı; çocuklarımın büyüdüklerini görememe düşüncesinin beni deliye çevirdiğini söyledim.
Onun da gözleri yaşlarla dolmuştu artık. Susmuştuk.
İşte tam o anda bir tek kelime bile etmeden hücrenin kapısını açtı ve beni serbest bıraktı.
Önce hapishaneden sonra da arka patikalardan kasabanın dışına kaçmama yardımcı oldu.
Sonra da bir kelime bile konuşmadan arkasını döndü ve oradan uzaklaştı.
Hayatım bir tek gülücükle kurtulmuştu...