GÖKKUŞAÄžI GİBİ GÜLÜMSE
Aşkın bir adı hüzünse, öbür adı mutluluktur.
Yarısı zorluksa, diğer yarısı rahat bir soluktur. </SPAN>
Bir gün yüreğin kanadığında, biri ağlar ise "O" gerçek dostundur.
Dostlarınla öyle yaşa ki düşman olduğunda hakkında söyleyecek sözleri olmasın.
Düşmanlarınla öyle yaşa ki dost olduğunda yüzün kızarmasın.
Kucaklamaya kollarının yetmeyeceği bir ağaç, bir tohumla başlar.
En uzun yolculuklar bir adımla başlar.
Gerçek sevgiler ise küçük bir tebessümle başlar.
Değer verdiğin insan sana değer vermiyorsa, bırak kendi değeriyle kalsın.
Lüzumsuz şeylerin peşinden koşan, lüzumlu şeyleri kaçırır.
Gülü öyle bir sevmelisin ki, soranlara "dikeni yok" diyebilmelisin.
Dal rüzgarı affetmiştir, ama kırılmıştır bir kere.
İnsanları çılgına çeviren şey; bugünün deneyimi değil, dün olan bir şey için pişmanlık duymak ve yarının getireceklerinden korku duymaktır.
Geldiğin zaman boşlukları dolduran değil, gittiğin zaman yeri doldurulamayan ol.
Dostlar ırmak gibidir: Kimi zaman suyu az, kimileyin çok... Kiminde ellerin ıslanır yalnızca, kiminde ruhun yıkanır boydan boya.
Hayatın en güzel anı her şeyden vazgeçtiğiniz zaman sizi hayata bağlayan biri olduğunu düşündüğünüz andır.
Karamsar olmak zor değil. Zor olan çılgın bir fırtınadan sonra gökkuşağı gibi gülümseyebilmektir.
GÜNÜNÜZ AYDIN OLSUN
Güneşin o ilk doğuş anına en son ne zaman tanık oldun insanoğlu? Taptaze ışıklarının tüm vücuduna yayılmasını ne zaman izledin kendinde? Bir sonbahar sabahı o ılıklığı ne zaman hissettin yüreğinde? </SPAN>
Bizler aslında bize her günün bir lütuf olduğunu anlamayacak kadar duyarsız bir şekilde geçip gidiyoruz bu hayattan. Hanginiz sabah gözünü açtığında şunu dünyaya tekrarlıyor: "Bugün özel bir gün çünkü ben bugün de yaşıyorum. Gözlerim açık, ilk nefesimi bilinçli bir şekilde çektim içime. Bu bir ayrıcalık! Bugün özel bir gün, evet, bugün bana bir gün daha yaşama şansı verildi..."
İnsan yaşamında ne sorunlar var ama biz o kazağı alamadık diye bütün günü o güzelim ruhumuza ve bedenimize azap çektirmekle geçiriyoruz veya sevgilimiz sevgimizin yüceliğini anlamadı diye kahroluyoruz veya sular kesildi diye, hava soğudu diye bütün gün kendimize ve sevdiklerimize surat asıyoruz.
Bir de şöyle düşünelim: Siz başlı başına bir yaşamsınız ve hayatta telâfi edilemeyecek tek şey ölümdür. Sular elbette gelecektir. Soğuk hava için biraz daha sıkı giyinebiliriz. Sevgiliniz sizi anlamıyorsa aslında sevdanıza layık olmadığını pekalâ algılayabilirsin...
Peki, bu hayata ne zaman gülümseyeceksin? Ne zaman kendin için bir şeyler yapacaksın? En sevdiğin çiçeği neden hâlâ başkalarından bekliyorsun? Bugün kendine niye o çiçeği almıyorsun? Neden miskinliğinden bir sabah ödün verip de doğanın uyanışına kendini şahit etmiyorsun? Unutma ki bu hayatı güzelleştirecek olan da, çekilmez hale getirecek olan da sensin. Sakın başkalarını suçlama...
Haydi artık her sabah yüreğine kocaman gülümsemelerle dolu bir nefes çek ve bütün gün verdiğin her nefesin içine bu gülümsemelerden katarak etrafındaki tüm canlı varlıkları varlığından haberdar et.
Hayata öylesine gelme ve de öylesine gitme. Unutma ki bir ağacın gövdesine sarıldığında onun kalp atışlarını duyabilecek kadar duyarlı yaşamak senin elinde.
Her ne olursa olsun, tanı veya tanıma ama günaydınını ve gülümsemeni hiçbir canlıdan eksik etme.
Unutma sen bu dünyada başlı başına bir yaşamsın ve bu yüzden bile varlığın çok özel.
Evet insanoğlu, bugün YAŞAMAYA VAR MISIN?
HER İNSANIN BİR ŞARKISI VARDIR
Bir Afrika kabilesinde,
hamile kalan kadınlar arkadaşlarını toplayıp
doğaya gider,
ve doğacak çocuğun şarkısını duyana dek
meditasyon yapıp dua ederler.
Bu kabileye göre, her ruhun
kendine özgü ses vibrasyonları vardır.
Kadınlar bu seslere kulak verdiklerinde,
hep birlikte yüksek sesle seslendirirler. </SPAN>
Sonra da kabileye dönüp
şarkıyı herkese öğretirler.
Çocuk doğduğunda,
tüm kabile toplanarak ona şarkısını söyler.
Çocuğun sonraki önemli dönemlerinde,
aynı şarkı okunur.
Ölüm döşeğinde de aynı şarkı söylenir.
Aslında hepimizin içinde bir şarkı olduğunu biliriz
ve sevdiklerimizin zor zamanlarımızda
bunu farketmelerini ve bize söylemeye
yardımcı olmalarını arzu ederiz.
Bu şarkı, Afrika kabilesinde
farklı bir zamanda da söylenir.
Bir insan kabul edilmez bir cürüm işlediğinde,
kabile toplanır ve ona şarkısını söyler.
Çünkü bu kabileye göre,
antisosyal davranışlar ceza ile düzeltilemez:
Sevgiyle ve kimliğin hatırlanmasıyla çözülebilir.
Kendi şarkını duyduğun zaman,
bir başkasına zarar verecek
davranışlarda bulunma isteğine ihtiyaç kalmaz.
Gerçek dost, senin şarkını duyan
ve ihtiyacın olduğunda sana tekrarlayandır.
Alan Cohen
"Living from the Heart"dan alıntı
HANGİSİNİ BESLERSENİZ O KAZANIR
Yaşlı Kızılderili Reisi kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki köpeği izliyorlardı.</SPAN>
Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve oniki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı.
Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı, iki iri köpekti bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için biri yeterli görünürken niye ötekinin de olduğunu, hem niye renklerinin illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla sordu dedesine.
Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı.
"Onlar," dedi, "benim için iki simgedir evlat."
"Neyin simgesi?" diye sordu çocuk.
"İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları."
Çocuk, sözün burasında, mücadele varsa, kazananı da olmalı diye düşündü ve her çocuğa has bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:
"Peki, sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?"
Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa:
"Hangisi mi evlat? Ben hangisini daha iyi beslersem!
HAYATI BAÄžIŞLAMAK
Bıçağı hayvanın boğazına dayadı. Bunu daha önce de yapmıştı ama bu sefer ellerinin titrediğini hissetti. İlk defa bir hayvanı yemeklik et olarak değil, bir canlı, hatta bir tanıdık gibi görüyordu. Bıçağı bıraktı, kuvvetini toplamak için oturdu.</SPAN>
Çocuğu sapsarı olmuş, üzüntüden sanki yaşlanmış yüzü aklına geldi. Bir de düşmanı gibi bakmıştı akşam babasına. Tabii, kesilecek hayvanı günlerce evde beslersen böyle olurdu: Çocuk, kuzuya Yumak adını vermiş, onu sevmiş, oynamış, gece gündüz ondan söz eder olmuştu. "Çocuktur, unutur" dedi. Sonra, yemek için et lazım diye düşündü. Aslında kuru fasülye, pilav da aynı işi görürdü ya, adet böyleydi.
Taşın üzerine oturdu, bir sigara yakmayı düşündü.
Yumak hâlâ yerde bağlı yatıyordu.
"Hayvanı daha fazla bekletmeyeyim" dedi.
"Bu işi yapamazsam konu komşuya,çoluk çocuğa rezil olurum."
Serde erkeklik de vardı.
Biraz daha kararlı bir hareketle bıçağı kaldırdı.
Yumak sabah ayazında, soğuk taşın üzerinde tir tir titriyordu, eli varmadı. Ama etraf ne diyecekti?
"Hastalıklıydı derim" diye düşündü.
"Hasta hayvanın eti yenmez zaten..."
Birden adamın belleğinde, yıllar öncesinden kalmış, derinlere gömülmüş sözler canlandı:
"HAYATI BAÄžIŞLAMAK"
Çok küçük bir çocukken babası onu camiye götürmüş, yaşlı imam vaazında böyle bir şey söylemişti.
Ne demişti tam olarak?
"Hayatı bağışlamak daha büyük sevaptır" ya da "En büyük sevaptır" gibi bir sözdü. O zaman anlayamadığı bu sözler şimdi bütün berraklığıyla kafasında canlanıyor, anlam kazanıyordu.
Aklından düşünceler hızla geçmeye başladı: Her gün binlerce, milyonlarca hayvan kesiliyordu. Bir fazla, bir eksik ne çıkardı?
Yufka yürekli diye mahallede alay konusu olacaktı.
"Ya hayatı bağışlamak?"
Kalktı, hayvanın gözündeki ve ayaklarındaki bağları çözdü, toparlansın diye sırtını okşadı, ovaladı. Huzurlu, hafiflemiş adımlarla eve döndü.
Karısı "Tamam mı?" diye sordu.
Adam, kendinden emin, biraz da bilgiç bir tavırla:
"Hayatı bağışlamak daha büyük sevaptır" dedi.
Sonra yüzünde muzipçe bir gülümseyişle çocuğunun odasına yöneldi...
HUZURLU YAŞAYABİLMEK İÇİN ÖNERİLER
Ufak şeyleri dert etmeyin.
Kusursuz olamayacağınızı kabullenin.
Rahat ve ılımlı insanların çok başarılı olamayacakları düşüncesini bir yana bırakın.
Olumlu ve olumsuz düşünce kartopunun çığ gibi büyüme etkisini göz önüne alın.
Sevgi kapasitenizi geliştirin.
Unutmayın: Öldüğünüz zaman yapılacak işler listeniz hâlâ dolu olacaktır.
Kimsenin sözünü kesmeyin, cümlesini siz bitirmeyin.
Birisine bir iyilik yapın ve kimseye bundan bahsetmeyin.
Bırakın ilgiyi başkaları toplasın.
İçinde bulunduğunuz ânı yaşamayı öğrenin. </SPAN>
Sizden başka herkesin bilgili olduğunu düşünün.
Sabır geliştirme egzersizleri yapın.
Sevgi elini önce siz uzatın.
Kendinize sorun: Bir yıl sonra bunun bir önemi olacak mı?
Gerçeği kabul edin: Hayat âdil değildir.
Arada sırada canınızın sıkılması yararlıdır: Bırakın canınız sıkılsın.
Strese dayanma gücünüzü azaltın.
Haftada bir kez yürekten gelen bir mektup yazın.
Şunu sıkça tekrar edin: Hayat ‘acil bir durum’ değildir.
Her gün bir dakikanızı, minnettar olduğunuz birini düşünmek için harcayın.
Her gün kendinize biraz sessiz zaman ayırın.
Tanımadığınız insanların gözlerine bakın ve gülümseyerek merhaba deyin.
Yaşamınızdaki insanları minik çocuklar ve yüz yaşında ihtiyarlar olarak düşünün.
Önce karşınızdaki kişiyi anlamayı hedefleyin.
Daha iyi bir dinleyici olun.
Eleştirme isteğinizi bastırın.
Unutmayın: İnsanı edindiği huylar oluşturur.
Bilmemenin verdiği rahatlığı duyun.
İpin ucunu biraz bırakın.
Bir bitki yetiştirin.
Yoga (ya da jimnastiğe) başlayın.
Erken kalkmaya alışın.
En inatla savunduğunuz beş iddianızı sıralayın ve bu konularda yumuşamaya çalışın.
Konuşmadan önce derin bir soluk alın.
Suçluluğu değil masumiyeti görmeye çalışın.
Kendi görüşlerinizden tamamen farklı makale ve kitaplar okuyun ve bir şeyler öğrenmeye çalışın.
Zihninizi sessizleştirin.
Birisi size topu atarsa, bunu tutmak zorunda değilsiniz.
Öfkeniz kabarmaya başladığı zaman ona kadar sayın.
Bugününüzü son gününüzmüş gibi yaşayın. Öyle olabilir.
İç dünyanız için zaman ayırın.
Olağan şeylerdeki olağanüstülüğü arayın.
Hayatı olduğu gibi kabul edin.
Yüreğinizin sezgisine güvenin.
Bırakın çoğu zaman başkaları haklı olsun.
Kendi cenazenize katıldığınızı farz edin.
Önce karşınızdaki kişiyi anlamayı hedefleyin.
Ruh durumunuzu dikkate alın: Moralinizin bozuk olduğu zamanlar sizi yanıltmasın.
Hayat bir sınavdır. Altı üstü bir sınav.
Herkesin onayını alamayacağınızı unutmayın. Övgü ve yergi aynı şeydir.
Rasgele iyilikler yapın.
Bir davranışın ardındakini görmeye çalışın.
Gönlü bol olmayı haklı olmaya yeğleyin.
Bugün üç kişiye onları ne çok sevdiğinizi söyleyin.
Herkesin farklı olabileceği gerçeğini anlayın ve saygı gösterin.
Kendinize bir kamusal yardım konusu seçin.
Sınırlarınızı öne sürmeyin, yoksa sınırlı olursunuz.
Gördüğünüz her şeyde tanrının parmak izi vardır.
Başkalarının fikirlerinde biraz olsun doğruluk payı arayın.
Bardağın (ve başka her şeyin de) kırılmış olduğunu varsayın: Her şeyin bir başlangıcı ve bir
sonu vardır.
Bu ifadeyi iyi anlayın: Nereye giderseniz siz oradasınız.
Kendinizi iyi hissettiğiniz zaman şükredin, kötü hissettiğiniz zaman ılımlı olun.
Postayla evlat edinin. Bir vakıf yoluyla bir çocuğa yardım edin
Aynı anda birkaç şey yapmaya kalkmayın.
Fırtınanın Gözü'nde (karmaşanın ortasındaki sükûnet noktasında) bulunmaya çalışın.
Sahip olmak istediğiniz şeyleri değil, elde etmiş olduklarınızı düşünün.
Dostlarınızdan ve ailenizden bir şeyler öğrenmeye açık olun.
Bulunduğunuz konumdan mutlu olmaya bakın.
Hizmet vermeyi yaşamınızın değişmez bir parçası haline getirin.
Başkalarını suçlamayı bırakın.
Yardım etmeye çalışırken önceliğinizi küçük şeylere verin.
Unutmayın: Bundan yüz yıl sonra dünyada bambaşka insanlar olacak.
Sorunlarınıza olan bakışınızı değiştirin.
Bir tartışmaya girecek olursanız, kendi görüşünüzü savunmadan önce karşı tarafın savını anlamaya çalışın.
"Anlamlı başarı"nın tanımını bir kez daha yapın.
Duygularınıza kulak verin; size bir şey söylemeye çalışıyorlar.
Yaşamınızı sevgiyle doldurun.
Kendi düşüncelerinizin gücünü bilin.
"Daha fazlası daha iyidir" diye düşünmekten vazgeçin.
HAYATIMDAKİ EN İYİ ÖÄžRETMEN
Bu, çok yıllar önce bir ilkokul öğretmenin başından geçen bir hikâyedir. Adı Bayan Thompson'du.Ve 5. sınıf öğrencilerinin önünde ayakta durduğu ilk gün onlara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi, onlara baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi. Bu mümkün değildi, çünkü orada ilk sırada, sırasına adeta çökmüş gibi oturan küçük bir öğrenci vardı: Teddy Stoddard. </SPAN>
Bir önceki yıl, Bayan Thompson,Teddy'yi gözlemiş, onun diğer çocuklarla oynayamadığını; giysilerinin kirli ve kendinin de hep banyo yapması gereken bir halde olduğunu görmüştü. Ve, Teddy mutsuz da olabilirdi.
Çalıştığı okulda Byan Thompson, her öğrencinin geçmişteki kayıtlarını incelemekle de görevlendirilmişti. Ve Teddy'nin bilgilerini en sona bırakmıştı.
Onun dosyasını incelediğinde şaşırdı. Çünkü birinci sınıf öğretmeni: "Teddy zeki bir çocuk ve her an gülmeye hazır. Ödevlerini düzenli olarak yapıyor ve çok iyi huylu... Arkadaşları onunla olmaktan mutlu..." diye yazmıştı. İkinci sınıf öğretmeni: "Mükemmel bir öğrenci, arkadaşları tarafından seviliyor. Fakat evde annesinin amansız hastalığı onu üzüyor ve sanırım evdeki yaşamı çok zor.." diyordu. Üçüncü sınıf öğretmeni: "Annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Babası ona yeterince ilgi gösteremiyor ve eğer bir şeyler yapılmazsa evdeki olumsuz yaşam onu etkileyecek." diye yazmıştı. Dördüncü sınıf öğretmenine gelince: "Teddy içine kapanık ve okula hiç ilgi göstermiyor, hiç arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor." demişti.
Şimdi Bayan Thompson sorunu çözmüştü ve kendinden utanıyordu. Öğrenciler ona güzel kağıtlara sarılmış, süslü kurdelelerle paketlenmiş Noel hediyeleri getirdiğinde kendini daha da kötü hissetti. Çünkü Teddy'nin armağanı kaba kahverengi bir kese kağıdına beceriksizce sarılmıştı.
Bunu diğer öğrencilerin önünde açmak ona çok acı verdi. Bazlarıl paketten çıkan bazı taşları düşmüş ve sahte taşlardan yapılmış bileziği ve üçte biri dolu parfüm şişesini görünce gülmeye başladılar, fakat öğretmen, bileziğin ne kadar zarif olduğunu söyleyerek ve parfümden de birkaç damlayı bileğine damlatarak onların bu gülmelerini bastırdı.
O gün okuldan sonra Teddy öğretmenin yanına gelerek "Bayan Thompson, bugün hep annem gibi koktunuz" dedi.
Çocuklar gittikten sonra öğretmen yaklaşık bir saat kadar ağladı. O günden sonra da çocuklara okuma, yazma, matematik öğretmekten vaz geçerek onları "eğitmeye" başladı.
Teddy'ye özel bir ilgi gösterdi. Onunla çalışırken zekâsının tekrar canlandığını hissetti. Ona cesaret verdikçe çocuk gelişiyordu. Yılın sonuna dek, Teddy sınıfın en çalışkan öğrencilerinden biri olmuştu.
Öğretmenin, "hepinizi aynı derecede seviyorum" yalanına karşın Teddy onun en sevdiği öğrenci olmuştu.
Bir yıl sonra, kapısının altında bir not buldu. Teddy'dendi. Tüm yaşantısındaki en iyi öğretmenin kendisi olduğunu yazıyordu.
Ondan yeni bir not alana kadar 6 yıl geçti. O notta liseyi bitirdiğini ve sınıfındaki üçüncü en iyi öğrenci olduğunu ve Bayan Thompson'un hâlâ hayatında gördügü en iyi öğretmen olduğunu yazıyordu.
Dört yıl sonra, bir mektup daha aldı Teddy'den. O arada geçen zamanın onun için zor olduğunu çünkü üniversitede okuduğunu ve çok iyi dereceyle mezun olmak için çok çaba sarfetmesi gerektiğini yazıyordu. Ve Bayan Thompson hâlâ onun hayatında tanıdığı en iyi öğretmendi.
Daha sonra dört yıl daha geçti ve bir mektup daha geldi. Ve çok iyi bir dereceyle üniversiteden mezun olduğunu ama daha ileriye gitmek istediğini yazıyordu. Ve hâlâ Bayan Thompson onun tanıdığı ve en çok sevdiği öğretmendi. Bu kez mektubun altındaki imza biraz daha uzundu. Theodore F.Stoddard
Tıp Doktoru.
Bu hikâye burda bitmedi. Sonra ilkbaharda bir mektup daha aldı Bayan Thompson. Teddy hayatının kızıyla tanıştığını ve evleneceğini yazmıştı. Ve babasının birkaç yıl önce öldüğünü ve Bayan Thompson'un düğünde damadın anne ve babası için ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu. Tabii ki oturabilirdi.
Ve tahmin edin ne oldu? O törene giderken birkaç taşı düşmüş olan o bileziği taktı ve tabii ki Noel'de Teddy'nin ona verdiği ve annesi gibi koktuğunu söylediği parfümü de sürmeyi ihmal etmedi. Birbirlerini sevgiyle kucaklarlarken, Teddy onun kulağına "Bana inandığınız için çok teşekkürler Bayan Thompson... Kendimi önemli hissetmemi sağladığınız için ve beni böyle değiştirdiğiniz için.." diye fısıldadı.
Bayan Thompson gözünde yaşlarla ona karşılık verdi: "Ben sana teşekkür ederim Teddy" dedi. "Sen yanılıyorsun. Ben sana değil, sen bana öğrettin. Seninle karşılaşıncaya kadar ben öğretmenliği bilmiyormuşum!
HER ŞEYDE BİR HAYIR VARDIR
Sultan Murad Han o gün bir 'hoş'tur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vaz geçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar: </SPAN>
- Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
- Akşam garip bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşallah...
- Hayır mı şer mi öğreneceğiz.
- Nasıl yani?
- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Anlaşılan o ki, Padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt'a çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorarlar:
- Kimdir bu?
- Aman hocam hiç bulaşma, derler.
- Ayyaşın sarhoşun biri işte!
- Nerden biliyorsunuz?
- Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz...
Bir başkası tafsilâta girer:
- Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır. Azaplarçarsısı'nda çalışır. Nalının hasını yapar... Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine..
Hele yaşlının biri çok öfkelidir:
- İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?..
Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdili kıyafet mollalar kalırlar mı ortada! Tam Vezir de toparlanıyordur ki, Padişah keser yolunu:
- Nereye?
- Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem... Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebamızdır. Defini tamamlamak gerek.
- İyi ya, saraydan bir kaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
- Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından.
- Aman efendim, nasıl kaldırırız?
- Basbayağı kaldırırız işte.
- Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Tekfini, telkini...
- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
- Şurada bir mahalle mescidi var ama...
- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
- Ne bileyim, Ayasofya'dan, Süleymaniye'den, en azından Fatih Camii'nden...
- Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin. Hadi yüklenelim...
Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkânınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, Vezir'in de keza...
Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar.
Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha... Bir ara Vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
- Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...
- Nasıl yani?
- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?
- Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.
Vezir, cüzüne, tesbihine döner. Padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
- Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun.
Kadın eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar... Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından...
- Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir... Bizim efendi bir âlemdi, vesselâm. Akşamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helâya!
- Niye?
- Gençler içmesin diye...
- Hayret...
- Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek... O çeker gider, ben menkîbeler anlatırdım onlara...
- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki...
- Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabe'yi görmeli...
- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
- İşte bu yüzden Nişancı'ya, Sofular'a uzanırdı ya... Hatta bir gün; "Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada..."
- Doğru, öyle ya?
- Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. İş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
- Peki o ne dedi?
- Önce uzun uzun güldü, sonra; "Allah büyüktür hatun, dedi. Hem Padişah'ın işi ne?
HAYATINIZDA BÖYLE BİRİ VAR MI?
Sizi sizin kadar tanıyan biri; sizi düşünen, düşünmeyi öğrenmiş, sakin, uslu, efendi, oturmayı kalkmayı bilen, sevmeden edemediğiniz biri. Size sizi anlatmayı seven, sizi başkalarına anlatmayı her şeyden çok seven, sizin için çok şey yapmaya hazır biri.
Bazen biraz fazla konuştuğundan yakındığınız ama ne söylediğini bildiğinden hep emin olduğunuz, sizi tanıdığı kadar kendini ve hayatı da tanıyan biri.
Bazen düşüncesine şiddetle ihtiyaç duyduğunuz biri.
Sabahın üçünde ayıp olur mu diye endişelenmeden arayabildiğiniz ve üçüne beşine bakmadan size duymanız gerekenleri söyleyen, gecenin o karanlığında kalkıp ışığı yakan, masanın başına geçen biri.
Kaleminiz-kağıdınız, aynanız, saatiniz, kravatınız olan, bazen gölgeniz olan biri.
Ve bazen vicdanınız, eh bazen de uykusuz bıraktığınız için, vicdan azabınız olan biri… </SPAN>
Hayatınızda böyle biri var mı?
Varsa kıymetini bilin.
Haftanın kaç günü kafanıza bir şey takmıyor ve keyfinizce yaşıyorsunuz?
Hiç diyenler, kaybetti.
İki gün diyenler, yaklaştı.
Cumartesi ve Pazar diyenler, bilemedi.
Gerçekten böyle iki gün var!
Bir tanesinin adı, dün.
Hatalar, acılar, yanlış anlamalar.
Oysa onlar geçti, gitti, geçmişte kaldı. Zamanı geriye döndürmeye imkan yok. Dünyanın bütün parasını yan yana getirin, bir dakika önceye dönemezsiniz. Yaptığınız hiçbir hareketi aynen geri alamazsınız. Ettiğiniz hiçbir lafı silemezsiniz. Dün dündü bitti.
Kafanıza takmayacağınız ikinci günün adı, yarın!
Yarını bugünden kontrol altına alamazsınız.
Yarın güneş doğacak elbette. Ama pırıl pırıl mı doğar, bulutların arasından mı çıkar, bugünden bilemezsiniz.
Geriye tek bir gün kalıyor: Bugün!
Bir gün hayatla mücadele edecek güç, hepimizde var. Güç ne zaman tükeniyor? Dünü ve yarını işin içine kattığınızda.
Günü yaşayın!
HAYAT NEDİR VE NE DEÄžİLDİR?
Hayat skor tabelası tutmak değildir.
Kaç arkadaşınız olduğu ya da kaçının sizi arkadaş kabul ettiği değildir.
Bu hafta sonu için planlarınızın olması değildir.
Hafta sonunda yalnız olmanız da değildir.
Şu sıralar sevgiliniz olması değildir.
Geçmişte sevgiliniz olması ya da hayatınıza kaç sevgili girdiği de değildir.
Bugüne kadar hiç sevgilinizin olmaması da değildir.
Sizi kimin öptüğü değildir.
Aileniz ya da onların serveti değildir.
Hangi okula gittiğiniz değildir.
Ne kadar güzel ya da ne kadar çirkin olduğunuz değildir, giydikleriniz, ayakkabılarınız değildir.
Ne çesit müzik dinlediğiniz değildir.
Okul notlarınız değildir.
Ne kadar akıllı olduğunuz değildir.
Herkesin size verdiği akıl notu hiç değildir.
Hayat standart testlerle tanımlanan kişiliğiniz de değildir.
Hayat bir kağıda dökülmüş hayat hikâyeniz ve bu hayat hikâyesini kimin kabul ettiği de değildir. </SPAN>
Ama hayat;
Kimi sevdiğiniz, kimi incittiğinizdir.
Kimi mutlu, kimi mutsuz ettiğinizdir.
Sizin olanları koruyabilme ya da mahvedebilmenizdir.
Dostluklarınızdır.
Neyi söylediğiniz ve neyi kastettiğinizdir.
Hangi önemli hüküm ve kararları verdiğiniz ve de niçin verdiğinizdir.
İçinizde sevgiyi taşımak, büyütmek ve dağıtmaktır.
Ama en önemlisi, yalnız başına asla gerçekleştiremeyeceğiniz bir şeyi yapmak, hayatınızı, başka insanların kalbine dokundurabilmektir.
Başkalarının kalplerini etkileyecek yolu ancak siz seçersiniz.
Ve hayat bu seçimlerdir zaten.
Hayat silgi kullanmadan resim çizme sanatıdır.
Ve insanlar böyle büyürler... Unutmayın;
Hayata kendimizden ne katarsak, hayattan da onu alırız.