Ağlarsa anam ağlar
Bu ülkede doğuda bir yerlerde ölümü idrak ettiğim yaşımdan beri bilirim ki her gün ölmektedir delikanlılar. Yani aslında hiç ara vermemiştir; adına ölüm mü, terör mü, iç savaş mı ne derseniz işte onun kıyameti yani...
Geçtiğimiz mayıs ayında Anneler Günü sabahı şehitlikteydim. “Oğluna çiçek getiren analar” demiştik yaptığımız haberin başlığına.
Bugün yazıya oturduğumda zihnimden dökülen kelimeler tanıdık geldi birden.
Sanki defalarca yazmışım aynı yazıyı, sanki defalarca yazılmış bir “karayazı”yı okumaktaydım.
Eski belgelerime girdiğimde gördüm hiç değişmeyen oyuna hiç değişmeyen tepkimi.
Bakınız şöyle ki...
***
Hayat neden acı söz konusu olunca adaletten uzaklaşır?
Aslında şehitlikte geçirdiğimiz bu pazar sabahı yıllardır hayatın “her şeye rağmen” devam etmesi gerektiğine dair kurmaya çalıştığımız o büyük cümleyi ne kadar da zorluyor...
Çünkü o pazar sabahı karşılarında durup annelerini seyrettiğimiz çocuklar insanoğluna verimiş en büyük sınavın en zor bölümüydüler.
Evlat sahibi olmak, karnında taşıyıp emzirmek değilmiş, yaşadıkça öğrendik.
Emek emek, günbegün büyüyor gelişiyormuş anne çocuk ilişkisi. O güldükçe, ağladıkça, adım attıkça tarifsiz bir hale bürünüyormuş...
Dernek salonunda köşede oturan yaşlı hanım iki oğlunu arka arkaya kaybetmiş. Üçüncü oğlunu askere almamışlar. Onun yanında oturan gözlüklü hanım ise “askere gitmek için o kadar uğraştı ki... Almıyorlardı, gururuna yediremiyordu. Doktorlara gitti, kilolar aldı. Sonra bir gün eve geldi, anne beni askere aldılar diye. Diyarbakır’da elli günlük askerdi şehit olduğunda. Kapıyı açtım bir gün. Baktım üç asker duruyor. Beni görünce kağıdı sakladı arkasına. Amca yok mu diye sordu. O zaman anladım. Kapının önüne çökmüşüm, Metin’i vurdular diye bağırmışım. Ben vurdular sanıyordum. El bombasıymış meğer...”
O ilk an işte...
O anı anlatırken bir film anlatır gibiler. Hiçbir detayı atlamadan ince ince, yavaş yavaş anlatıyorlar. Yüzlerine bakarken anlıyorsunuz, o anı kim bilir kaç kez düşünmüşler...
Acemi birliğinde şehit düşen de var, tezkeresine yirmi gün kala ölen de... Eve dönüş yok yani.
“Bayram sabahları gün doğmadan gelirim buralara. O kalabalık acımı büyütüyor çünkü. Oysa kimse yokken biz anne oğul bir başımızayız” diyor bir başka anne...
Diyabakır, Erzincan, Elazığ, Şırnak duyduklarında ya da oradan herhangi biriyle karşılaştıklarında ortaya çıkan o kötü nefretten söz ediyor içlerinden biri. Zaman içinde geçtiğini, kabullendiğini anlatıyor. Erzincanlılar, Sivaslılar, Trabzonlular var ölenler arasında...
Memleketin çocukları “memleket için” ölüyor...
Yıllar önce Tunceli-Bingöl sınırında tanıdığım dokuz çocuğunun yedisini kaybetmiş anne geliyor aklıma. Çocukların beşi PKK’ya katılmış, zaman içinde tek tek ölüm haberleri ya da bedenleri gelmişti kapısına. Ağlamaktan gözpınarları kurumuş; kime, neden ve nasıl isyan edeceğini bilemez haldeydi. Kürtçe Türkçe ağlıyor, kaderine bağırıyordu. Aynı yıl içinde üç erkek çocuğu toprağa vermek...
“Onlar” diyordu televizyondaki cenaze töreninde ağlayan şehit asker yakınlarını göstererek “hiç olmazsa Vatan sağolsun diyorlar. İçleri serinliyor. Ya ben ne diyem? Kime diyem? Ha bu dağları delik delik etsem bana toprağın altında yatanı sağ verir mi?”
Uykusuz bir gecenin sabahında tanıdığımız bu anne, bir sonraki sene hayatta kalan iki oğlunu da kaybetmiş üçer ay arayla. Birini trafik kazasında diğerini bir hastalıktan. Sadece bu ikisine yapılmış cenaze töreni. Hiç ağlamamış bu cenazelerde.
Silahlar, el bombaları, Kaleşnikoflar...
Dün Anneler Günüydü.
Her iki tarafın da annesi ağlıyordu.
Ölenin de öldürenin de ve ölenin de öldürenin de...
***
Bugün bayram.
Okuduğunuz bölüm bundan beş ay önce yazılmıştı. Beş yıl önce yazılsa hangi satır değişirdi? On beş yıl önce farklı mıydı?
Şehit olan askerlerin anaları Türkçe-Kürtçe ağıtlar yakıyor. Ben kendimi bildim bileli bu ülkenin doğusunda sular kanlı akıyor. Kadir günü gazetelerin hepsi bir örnekti. Plânlandığı gibi mi gidiyor her şey? Altı yıl sonra farklı bir gidişi, gelişimi ya da nihayeti olacak mı bu hikâyenin? Sanmıyorsunuz, sanmıyorum... Değil mi?
...
Bu ülkede doğuda bir yerlerde ölümü idrak ettiğim yaşımdan beri bilirim ki her gün ölmektedir delikanlılar. Yani aslında hiç ara vermemiştir; adına ölüm mü, terör mü, iç savaş mı ne derseniz işte onun kıyameti yani...
Geçtiğimiz mayıs ayında Anneler Günü sabahı şehitlikteydim. “Oğluna çiçek getiren analar” demiştik yaptığımız haberin başlığına.
Bugün yazıya oturduğumda zihnimden dökülen kelimeler tanıdık geldi birden.
Sanki defalarca yazmışım aynı yazıyı, sanki defalarca yazılmış bir “karayazı”yı okumaktaydım.
Eski belgelerime girdiğimde gördüm hiç değişmeyen oyuna hiç değişmeyen tepkimi.
Bakınız şöyle ki...
***
Hayat neden acı söz konusu olunca adaletten uzaklaşır?
Aslında şehitlikte geçirdiğimiz bu pazar sabahı yıllardır hayatın “her şeye rağmen” devam etmesi gerektiğine dair kurmaya çalıştığımız o büyük cümleyi ne kadar da zorluyor...
Çünkü o pazar sabahı karşılarında durup annelerini seyrettiğimiz çocuklar insanoğluna verimiş en büyük sınavın en zor bölümüydüler.
Evlat sahibi olmak, karnında taşıyıp emzirmek değilmiş, yaşadıkça öğrendik.
Emek emek, günbegün büyüyor gelişiyormuş anne çocuk ilişkisi. O güldükçe, ağladıkça, adım attıkça tarifsiz bir hale bürünüyormuş...
Dernek salonunda köşede oturan yaşlı hanım iki oğlunu arka arkaya kaybetmiş. Üçüncü oğlunu askere almamışlar. Onun yanında oturan gözlüklü hanım ise “askere gitmek için o kadar uğraştı ki... Almıyorlardı, gururuna yediremiyordu. Doktorlara gitti, kilolar aldı. Sonra bir gün eve geldi, anne beni askere aldılar diye. Diyarbakır’da elli günlük askerdi şehit olduğunda. Kapıyı açtım bir gün. Baktım üç asker duruyor. Beni görünce kağıdı sakladı arkasına. Amca yok mu diye sordu. O zaman anladım. Kapının önüne çökmüşüm, Metin’i vurdular diye bağırmışım. Ben vurdular sanıyordum. El bombasıymış meğer...”
O ilk an işte...
O anı anlatırken bir film anlatır gibiler. Hiçbir detayı atlamadan ince ince, yavaş yavaş anlatıyorlar. Yüzlerine bakarken anlıyorsunuz, o anı kim bilir kaç kez düşünmüşler...
Acemi birliğinde şehit düşen de var, tezkeresine yirmi gün kala ölen de... Eve dönüş yok yani.
“Bayram sabahları gün doğmadan gelirim buralara. O kalabalık acımı büyütüyor çünkü. Oysa kimse yokken biz anne oğul bir başımızayız” diyor bir başka anne...
Diyabakır, Erzincan, Elazığ, Şırnak duyduklarında ya da oradan herhangi biriyle karşılaştıklarında ortaya çıkan o kötü nefretten söz ediyor içlerinden biri. Zaman içinde geçtiğini, kabullendiğini anlatıyor. Erzincanlılar, Sivaslılar, Trabzonlular var ölenler arasında...
Memleketin çocukları “memleket için” ölüyor...
Yıllar önce Tunceli-Bingöl sınırında tanıdığım dokuz çocuğunun yedisini kaybetmiş anne geliyor aklıma. Çocukların beşi PKK’ya katılmış, zaman içinde tek tek ölüm haberleri ya da bedenleri gelmişti kapısına. Ağlamaktan gözpınarları kurumuş; kime, neden ve nasıl isyan edeceğini bilemez haldeydi. Kürtçe Türkçe ağlıyor, kaderine bağırıyordu. Aynı yıl içinde üç erkek çocuğu toprağa vermek...
“Onlar” diyordu televizyondaki cenaze töreninde ağlayan şehit asker yakınlarını göstererek “hiç olmazsa Vatan sağolsun diyorlar. İçleri serinliyor. Ya ben ne diyem? Kime diyem? Ha bu dağları delik delik etsem bana toprağın altında yatanı sağ verir mi?”
Uykusuz bir gecenin sabahında tanıdığımız bu anne, bir sonraki sene hayatta kalan iki oğlunu da kaybetmiş üçer ay arayla. Birini trafik kazasında diğerini bir hastalıktan. Sadece bu ikisine yapılmış cenaze töreni. Hiç ağlamamış bu cenazelerde.
Silahlar, el bombaları, Kaleşnikoflar...
Dün Anneler Günüydü.
Her iki tarafın da annesi ağlıyordu.
Ölenin de öldürenin de ve ölenin de öldürenin de...
***
Bugün bayram.
Okuduğunuz bölüm bundan beş ay önce yazılmıştı. Beş yıl önce yazılsa hangi satır değişirdi? On beş yıl önce farklı mıydı?
Şehit olan askerlerin anaları Türkçe-Kürtçe ağıtlar yakıyor. Ben kendimi bildim bileli bu ülkenin doğusunda sular kanlı akıyor. Kadir günü gazetelerin hepsi bir örnekti. Plânlandığı gibi mi gidiyor her şey? Altı yıl sonra farklı bir gidişi, gelişimi ya da nihayeti olacak mı bu hikâyenin? Sanmıyorsunuz, sanmıyorum... Değil mi?
...