Testi Suyu Nasıl Soğuk Tutar?
Testinin ham maddesi, çamur çukuru veya kuyusunda dinlendirilmiş topraktır. Binlerce yıllık bir geçmişe dayanan ve insanın öğrendiği ilk teknik olan toprak kap yapımı yöntemleri en az değişikliğe uğramış bir sanattır. Sanayi makineleri çömlekçinin el ile yaptığını otomatik olarak yaparlar, o kadar.
Fırında pişirmek yoluyla çanak çömlek yapma sanatında evrim, estetiğin yanı sıra sağlamlık ve geçirimsizlik niteliklerini iyileştirmeyi amaçlar. Parçayı geçirimsiz kılabilmek için pişirme ve içini sırla kaplama yöntemleri geliştirilmişlerdir.
Testilerin suyu soğuk tutma özellikleri ise istenmeyen bir nitelikten, geçirimli olmalarındandır. Testiler düşük derecelerde pişirildikleri için nispeten gözenekli kalırlar. İçlerindeki suyu hafif hafif gözeneklerinden dışarı vererek terlerler. Bu terleme olayı aynen insanda olduğu gibi buharlaşma yoluyla ısı düzenlemesi yapar, serinlemeyi sağlar.
Testinin geçirimli topraktan yapılmış, emici özellikleri olan, gözenekli yüzeyinden dışarı çıkan su dışarıdaki sıcak havayla karşılaşınca buharlaşır. Buharlaşma sırasında su tanecikleri testi yüzeyindeki ısıyı da alırlar ve testinin sıcaklığını düşürürler.
İçindeki su ile testi arasındaki ısı alışverişinin azalmasından dolayı testinin içindeki su da ısınmaz. Bu böylece devam ettiği ve testiden dışarı sızan su buharlaşmaya harcandığı sürece, dış ortamın testiyi ısıtması önlenmiş olur. Şüphesiz bu sürede testideki su da bir miktar azalır.
Testilerin bu özellikleri en iyi Orta Anadolu gibi kara ikliminin hakim olduğu, kurak ve gecelerin serin geçtiği bölgelerde görülür. Geceleyin düşen hava sıcaklığı ile soğuyan su, sabahtan itibaren ısınan havanın kuru yani içindeki nem oranının düşük olması sebebiyle daha kolay buharlaşır ve testi içindeki suyu gün boyunca serin tutar.
Cam Neden Saydamdır?
Cam şaşılacak derecede basit bir maddedir. Dünyanın her köşesinde rahatça bulunabilen kum, kuvars ve sodadan meydana gelmiştir. Fakat camın asıl şaşırtıcı özelliği ne tam bir sıvı ne de gerçek bir katı oluşudur. Aslında sıvıya daha yakındır, çünkü atomik yapısındaki düzen sıvılardaki rasgele düzeni andırır. Katıların atomlarının kristal yapısı ise düzgündür.
Katı bir cisimde atomların bir diziliş düzeni vardır. Yani bu diziliş düzeni belli aralıklarla kendini tekrarlar. Camda ise bu özellik yoktur. Çok kuvvetli mikroskoplarla yapılan incelemelerde bile camın yapısında hiç bir kristal oluşumuna rastlanmaz. Arada sırada görülen bazı kristaller ise camdaki kusurlardır.
Cama çok ağdalı bir sıvı diyebiliriz. O kadar ağdalıdır ki, normal dış etkenlerde bile şeklini değiştirmez. Bir sıvıda iç sınırlar bulunmadığından camın içinden geçen bir ışık demeti kırılma ve yansımaya uğramaz, doğrudan geçer. Bu nedenle bir cama baktığımızda arkasındakileri olduğu gibi görürüz. Işık sadece camın yüzeyini aşarken hafifçe kırılır.
Cam saydamdır, su da saydamdır, öyleyse donmuş su olan kar taneleri niçin beyazdır ve niçin kar örtüsü saydam değildir? Bir cismin üzerine gelen ışığın tümünü yansıttığında beyaz, hepsini tutup hiçbirini yansıtmadığında siyah renkte göründüğünü biliyoruz. Cam saydamdır ancak kırıldığında, tuzla buz olduğunda yerdeki küçük cam parçaları yığını beyaz renkte görünür, çünkü her bir cam parçası ışığı değişik yönde geçirmektedir.
Kar tanelerinde de aynı şey söz konusudur. Minik taneler üzerlerine gelen ışığı her yöne gelişigüzel yansıtırlar. Bu nedenle kar taneleri de, kar örtüsü de beyaz renkte görünürler. Benzeri durum tuzda da görülür. Tuz, her biri saydam olan küçük kristallerden oluşmuştur ama bunlardan büyük bir miktarı bir kapta bir araya gelince gözümüze beyaz renkte görünürler
Hohlamak Neden Isıtır?
Sıcak bir içeceği, çayı, kahveyi, çorbayı üfleyerek soğutmaya çalışırız. Kışın soğuk havalarda ise ellerimizi ısıtmak için hohlarız. Aslında iki harekette de ciğerlerimizdeki havayı dışarı veriyoruz. O zaman nasıl oluyor da bir dudak hareketi ile istediğimizde sıcak, istediğimizde soğuk hava verebiliyoruz?
Her ikisinde de ciğerlerimizden gelen havayı dışarı verdiğimiz doğrudur. Bu havanın sıcaklığı vücut ısımız civarındadır. Çok sıcak günler hariç vücudumuz, dışarıdaki ortama göre daha sıcaktır.
Hohladığımızda bu hava ağzımızın aldığı şekilden dolayı genleşmeye uğramadan ve ısısı pek değişmeden dışarı verilir. Açıkta, hava ile temasta olan ellerimiz bu havaya göre daha soğuk olduklarından, hohladığımız havayı oldukça sıcak hissederler.
Dudaklarımızı birleştirip hava üflediğimizde, dar bir kanaldan geçerek geniş bir boşluğa çıkan hava genleşir, enerjisinin bir kısmını harcar, sıcaklığında biraz düşüş olur. Ne var ki çorbaya üflediğimizde onun soğumasının nedeni üflediğimiz havanın düşük ısısı değildir.
Sıcak bir cisimle etrafındaki hava arasındaki sıcaklık farkı ne kadar büyükse cisim o kadar hızlı soğur. Ağzımızla sıcak çorbanın üstüne üflediğimizde onun üstündeki ısınmış havanın yer değiştirmesini, yerini çevre sıcaklığındaki daha soğuk havaya bırakmasını, bu soğuk hava ile ısı alışverişi yapan çorbanın da daha çabuk soğumasını sağlarız.
Ata Neden Soldan Binilir?
Diğer birçok alışkanlıkta olduğu gibi, bunun da sebebi, insanların çoğunun sağ ellerini kullanıyor olmalarıdır. Asırlar önce, daha çok sağ ellerini kullanan insanlar, kılıçlarını kolay çekebilmeleri için, kılıçlarını kınlarında, sol taraflarında taşıyorlardı.
Ata binerken, sol dizin altına kadar inen bu uzun kılıçla ata sağdan binmek, yani sağ ayağı üzengiye koyup, sol ayağı atın üzerine atarak binmek kılıç nedeni ile zor oluyordu.
Soldan, sol ayağı üzengi üzerine koyup, sağ ayağı atın üzerine atarak binince kılıç sorun yaratmıyordu. Özellikle savaşa giden ordularda disiplin nedeni ile bir örnek hareket edilmesi gerektiğinden, solaklar da ata soldan binmek zorunda kalıyorlardı.
Artık biniciler kılıç taşımıyorlarsa da, ata soldan binmek günümüze kadar uzanan bir gelenek haline geldi.
Ayna kırılması neden uğursuzluk getirir?
Ayna kırılmasının uğursuzluk getireceğine olan inanış, en eski batıl inançlardan biridir. Kökeni ilk aynanın yapılışından yüzyıllar öncesine, hatta ilk çağ insanına kadar gider. Göllerde veya su birikintilerinde, kendi aksini gören ilkel insan şaşırmış, bunun kendisinin ruhu olduğunu sanmış, suyu bulandırıp görüntüsünün kaybolmasına neden olanları da düşman bilmiştir.
İlk aynaların kullanılışı eski Mısır devirlerine rastlar. Bunlar pirinç, bronz, gümüş hatta altın gibi metallerden yapılmış ve çok iyi parlatılmış yüzeylerdi ve de tabii ki kırılmaları mümkün değildi. Bu devirde de bu parlak yüzeylerden yansıyan görüntünün o insanın ruhunun bir yansıması olduğuna inanılıyordu.
Cam kapların yapılmaya başlanılmasından sonra da, içindeki sudan yansıyan görüntünün ruhun bir yansıması olduğu inancı devam etti ama camlar kırılabiliyordu ve o zaman da içinde bulunan ruhun bir parçası vücudu terk ediyordu.
Birinci yüzyılda Romalılar bu uğursuzluğun süresini 7 yıla çıkardılar.
Romalılar hayatın her yedi senede bir kendini yenilediğine inanıyorlardı. Camın kırılması sonucu ruh ve dolayısıyla insanın sağlığı tahrip olduğundan, vücudun kendini yenileyerek, sağlığına kavuşması için yedi yıl geçmesi gerekiyordu.
Bu batıl inanç, 15. yüzyılda İtalya’da, Venedik şehrinde, arkası gümüş kaplı, çok kolay kırılabilir ve pahalı ilk aynaların yapılması ile birlikte iyice gelişti. İnanç biraz da ekonomik boyut kazanmıştı. Aynayı taşıyanlar, evlerde aynaları temizleyen hizmetkarlar, aynaları kırmaları halinde, yedi yıl boyunca, ölümden daha beter felaketlerle karşılaşabilecekleri hususunda uyarılıyorlardı.
Beyin Seçimini Nasıl Yapar Biliyor musunuz?
Beyin seçim yaparken anlık keyif ile uzun vadeli mantıklı karar arasında gidip geliyor. Mantıklı kararı seçebilmek için anlık zevkin bastırılması gerekiyor.
Bilim insanları, beyinde kişi seçim yaparken devreye giren yeni bölümler keşfetti. Deneyde kişiler iki seçenek arasında seçim yapıyor, bunlardan biri mevcut durumda yararı bilinen bir seçenek, diğeri ise yeni henüz bilinmeyen ve potansiyeli olan bir seçenek. Araştırmaya göre, beyin uzun vadeli seçeneği seçebilmesi için kısa vadeli hazır yarardan vazgeçmesi gerekiyor.
Araştırmada deneklere kumar makinelerinde şans oyunları oynatıldı. Makinelerin ödül şemaları, her bir seferde değişecek şekilde ayarlandı. Oyun sonunda 14 deneğin 11’i arada sırada farklı makineyi deneyerek, acaba diğerinin daha iyi kazandırıp kazandırmayacağa baktıklarını ifade etti. Denekler, mevcut makinede iyi kazandığını düşündüğünde eldeki makineyi değiştirmiyor, bir başka makineye ancak mevcut makinede az kazandığını düşündüğünde geçiyor.
Denekler mevcut bir makinede şansını denerken, beyinde alnın hemen arkasındaki mantık işlerini gören bölge aktif hale geliyor. Daha yüksek kazancın peşinden giderken ise, beynin daha derinindeki keyif ve mükafat merkezleri aktif hale geliyor.
BİRAZ BEKLERSEN MÜKAFAT ARTAR
Araştırmayı yürüten University College London profesörü Nathaniel Daw, yeni bir seçim yaparken kişinin risklerine karşı getirilerini tarttığını ve bunun mantık merkezi ile mükafat merkezi arasında bir çatışma yarattığını belirtiyor. Dr. Daw’a göre seçim sırasında beyin kendine şu soruyu soruyor; “Şimdi az bir ödülle yetinmek yerine bekleyip, daha yüksek bir ödül almak daha mı iyi?”
Örneğin, şimdi tek bir kurabiye yemek anlık zevki artırıyor, ancak biraz bekleyip iki kurabiye yemek daha mantıklı. “Dolayısıyla” diyor Dr. Daw, “Beyin, tatlı bir opsiyondan feragat edip, gelecekte daha iyisini kazanma alternatifini seçebiliyor, ancak bunun için anlık keyif içgüdüsünü bastırması gerekiyor.”
Böcekler, sinekler neden ölünce genelde ters dönüyorlar?
Bir böcek öldüğünde, fizik kurallarına göre, vücudunun en ağır bölgesi yere ilk çarpacak şekilde düşer.
Çünkü bacaklar, vücudun ve kanatların ağırlığını taşıyamaz ve bu nedenle de ters dönerler. Bu bölge, çoğunlukla da vücutta yüzey hacmi en geniş olan bölge olduğu için, böcek düştüğü şekilde kalır.
Vücut yüksekliği genişliğinden daha fazla olan böceklerse, öldükleri zaman, yan olarak düşerler.
Ay'ın nasıl oluştuğu niçin hala bilinemiyor?
Ay'ın kütlesi Dünya'nın 81'de biri kadardır ve bir gezegen uydusu olabilmek için çok büyüktür. Güneş sistemimizde başka örneği yoktur. Gerçi Jüpiter, Satürn ve Neptün'ün de Ay'ın boyut ve kütlesine yakın uyduları vardır ama bu gezegenlerin kütleleri de dünyamızdan sırasıyla 318, 95 ve 12 kat daha çoktur. Bu durumda Ay'ın oluşumu özel bir problem niteliğini taşıyor. Dünyamızın tek doğal uydusu, uzaydaki en yakın komşumuz Ay, binlerce yıl önceki uygarlıklar tarafından Tanrıça olarak değerlendirilirken, zamanla düzenli hareketleri ile takvimin oluşmasını da sağlamıştır.
Yakınlığı nedeni ile gözlemlenmesi kolay olan Ay'ın 17. yüzyılın başından itibaren teleskopla incelenmesine de başlandı ve bu gelişim 1969 yılında Ay'a ilk defa bir insanın ayak basmasıyla son aşamasına geldi.
Bütün bu gelişmelere rağmen Ay'ın nasıl oluştuğu hala bilinmiyor. Yaşının diğer gezegenler gibi dört küsur milyar yıl olduğu, şu anda dışında ve içinde hiçbir faaliyet olmayan ölü bir gök cismi olduğu, Dünya ile karşılıklı çekim gücü sonucunda denizlerde gel-git olayını yarattığı ve Dünya'nın dönüşünü gittikçe yavaşlattığı biliniyor ama nereden geldi, nasıl oluştu halen meçhul. Ayın oluşumu hakkında üç teori vardır. Birincisi, dünyanın oluşumunun başlangıcında çok hızlı döndüğü ve bu nedenle bir parçasının koparak Ay'ı oluşturduğu şeklindedir. Yapılan hesaplamalara göre bu kopma olayının meydana gelebilmesi için Dünya'nın o zamanlar kendi ekseni etrafında iki saatte bir dönüş yapması gerekiyordu ki, bilimsel verilere göre, bu, mümkün değildir. Ayrıca Dünya'mn ve Ay'ın yapılarındaki kimyasal birleşimlerin çok farklı olması ve bunun Ay'dan getirilen aytaşlarının analizleri sonucunda ispatlanması birinci teorinin doğruluğunu mümkün kılmamaktadır.
İkinci teori ise Ay'ın dünyanın yakınlarından geçerken, çekim alanına takılan bir gök cismi olduğudur. Bu tez, birinci teorideki kimyasal birleşim farkını açıklar ama bu şekilde, ayın hızını frenleyerek, yakalamayı sağlayacak büyük enerji miktarını bugüne kadar bilinen hiç bir oluşumun sağlayamayacağı hesap edilmiştir.
Üçüncü teoriye göre, Ay Dünya çevresinde dolanan, gaz, toz ve küçük taşlardan meydana gelen parçacıkların zamanla bir araya gelmesi sonucu oluşmuştur. Ancak bu da Ay'ın yörünge uzaklığını, neden büyük bir demir çekirdeğe sahip olmadığını ve kimyasal farklılığı açıklayamaz. Yani hiçbir teori ayın oluşumuna ait tutarlı bir açıklama getirememiştir.
Günümüzde Ay'ın tarihi çok iyi bilinmesine, 1969 ile 1972 yılları arasında Apollo projesi kapsamında üzerinde insanlar dolaşıp, dünyaya örnekler getirmelerine rağmen Ay'ın nasıl oluştuğu halen büyük bir sırdır.
Öyle görünüyor ki, günümüz bilimindeki tüm gelişmelere ve bu yoldaki gayretlere rağmen, biricik uydumuz Ay, sırlarını şimdilik bize açıklamak istemiyor. Ancak şurası mutlak ki, Ay genetik olarak dünyamızın yavrusu değil. Nereden geldi, kim bilir?
Saat Neden Sağa Dönüyor?
İlk olarak eski Mısırlılar, güneşin her gün düzenli bir hareketle doğup, belirli zamanlarda gökyüzünün aynı noktalarında bulunup, battığını gözlemlediler ve bunun bir günü zaman parçalarına ayırmada kullanılabileceğini keşfettiler.
Böylece güneşin bu hareketinden yararlanarak ilk güneş saatini yaptılar. Bu saat, meydanlık bir yere yüksek bir taş koymak ve güneşin hareketi sırasında, bu taşın gölgesini takip etmekten ibaretti.
Mısır, konumu itibari ile kuzey yarım kürede fakat ekvatora da yakın bir ülke olduğundan, güneş doğduğunda, gölge hemen tam batıda oluşuyor, güneş yükseldikçe gölge kuzeye, yani sağa doğru hareket ederek, güneş batışında doğu yönüne ulaşıyordu. Yani gölge bugünkü tüm saatlerin akrep ve yelkovanında olduğu gibi soldan sağa doğru dönüyordu.
Daha sonraları, pendulumlu, pilli saatlerde de yön değişmedi, hatta sağa doğru dönüşler 'saat yönüne dönüş' diye adlandırılır oldu.
Avustralya gibi ekvatorun güneyindeki ülkelerde, güneş doğarken taşın gölgesi güneye düşer ve güneş yükseldikçe sola doğru dönüş yapar. İlk saat orada keşfedilseydi, bugün akrep ve yelkovan ters yönde dönüyor olabilirdi.
İnsanlar ilk defa bir meyve yada sebzenin yenebileceğini nasıl anlamışlardır?
Örneğin çok acı bir yeşil biberi ilk defa yemeyi deneyen insanlar çok acı olduğu halde bunun zehirli olmadığını nasıl anlamışlar ve yemeye devam edebilmişlerdir?
İnsanların diyetlerinin şekillenmesi, büyük ölçüde deneme-yanılmaya dayanıyor. Ancak, bu şekillenme süreci boyunca yaşam için potansiyel tehlike olabilecek belli bazı kokulardan ve tatlardan uzak durulduğu da bir gerçek. Kesin kokular, acı tatlar, hatta ekşi tatlar, insanların uzak durdukları besinleri belirleyen öncelikli etkenler. Küçük çocukların da beslenme alışkanlıklarında bunlardan özellikle uzak durmaları da aynı nedene bağlanıyor.
Hem besin hem de su gereksinimini karşıladığı görülen, tokluk hissi yaratan, tadında ya da kokusunda herhangi bir uyarıcı nitelik bulunmayan sebze ve meyveler, diğerlerine kıyasla insanın diyetine çok daha çabuk girerek benimsenmiş.
Ancak, tadı ya da kokusu bu saydığımız ölçütlerin aslında dışında olan bazı besinlerin insanların diyetine girmiş olma nedenleri, başka etkenlere de dayanıyor olabilir. Çeşitli etnik grupların, belli inanışlar ya da alışkanlıklar dahilinde oluşturdukları beslenme tercihleri, daha sonra “damak zevki” olarak adlandırdığımız kavramın ortaya çıkmasına da önayak oluyor. İnsanların yaşadıkları bölgelerde bulunabilir olan ve olmayan besin maddelerine göre de şekillenen “damak zevki”, örneğin biberin hiç yetişmediği bir coğrafyada yaşayan insanların bu tada tamamen yabancı olmalarına ve belki de bir şekilde önlerine biber çıkması durumunda onun tadından hiç hoşlanmamalarına neden oluyor. Farklı coğrafyalar arasındaki kültürel etkileşim de, bu bölgelere özgü olan tatların, başka coğrafyalara yayılmasına yol açıyor.
Tabii ki hangi besinin ilk önce nerede ne şekilde yenmeye başladığına ilişkin kesin kayıtlar yok (ekimi ya da yetiştirilmesi yapılan türler haricinde). Ancak, biberin ne şekilde tüketilmeye başlandığı konusunda size birkaç varsayım sunabilirim:
* Biber bitkisinin önce tatlı olan bir türü yenmiş, hoşa gitmiş, daha sonra acı olan türleri de sakınılmadan yenmeye başlanmış olabilir.
* Tesadüfen bir et parçası üzerine düşmüş olan bir parça biberin, bu eti koruyucu özelliği ya da etin tadını güzelleştirici etkisi fark edilmiş, bundan sonra da bir tercih nedeni olmuş olabilir.
* Acı biber, bir etnik grupta bir inanışın parçası olmuş (örneğin kötülüklerden arındırdığı gibi) ve önce bu etnik grubun beslenme alışkanlıklarına yerleşmiş, daha sonra da bu etnik grubun etkileşim içinde olduğu diğer kültürlere aktarılmış olabilir.
* Aslında tıbbi özelliği de olan biber bitkisinin, yine bir otacı tarafından bir hastayı tedavi etmek amacıyla tesadüfen kullanımına şahit olunmuş, bundan sonra da tüketilmeye başlanmış olabilir.