Buz neden kaygandır ?
Evde cilalı parke üzerinde çorapla yürürken düşme olasılığınız, halıya oranla çok daha fazladır. Çünkü halı ile ayağımız arasında, cilalı parkeye nazaran daha çok sürtünme ve daha fazla temas vardır. Buzlu bir yüzeyin üzerinde ayağımızın kaymasını benzer bir sebebe dayandırabiliriz, ancak buz pateni yapanlar pütürlü buz yüzeyinde, düz bir buz yüzeyinden çok daha fazla bir hızla kayarlar. Buz, sanıldığı gibi, düzgün bir yüzey olduğu için kaygan değildir. Olay, buz pateninin çok küçük yüzeyinin buza basınç yapması dolayısıyla o noktadaki buzun erimesi ve oluşan bu ince su tabakası üzerinde patenin hareket etmesidir.
İnsan ayağının boyunun ortalama 25 santimetre, eninin ise 10 santimetre olduğunu kabul edelim. Ortalama insan ağırlığı olan 75 kg., iki ayakla 500 santimetrekare yere bastığında, her santimetrekareye 0,15 kg. ağırlık biner. Topuklu ayakkabı giyen kadınlarda yere basılan alan o kadar küçülür ve basınç o kadar artar ki, kadınların topuklu ayakkabı izi sıcak asfaltta kalır, hatta bu basınç nerede ise filinki ile aynıdır.
Ucu neredeyse bıçak gibi olan patenlerin buza değen alanı o kadar küçüktür ki, erime ısısını l derece azaltmak için 130 kg/cm2 gereken buz yüzeyini derhal eritir. Buz pütürlü olunca, paten sadece buzun pütürünün çıkıntılarına basar, böylece temas yüzeyi iyice küçülür ve basınç artar ve buz daha kolay eriyerek, paten buz ile arasında oluşan ince su tabakası üzerinde rahatça kayar.
Bu arada buzun bir başka şaşırtıcı özelliğine de değinmeden geçemeyeceğiz. Dişimiz ağrıdığında elimizin üzerine konulan buz bu diş ağrısının azalmasına yardımcı olur. Vücudumuzun herhangi bir yerinde bir ağrı oluştuğunda, uyarıcı sinirler buradan orta beyine ağrı sinyalleri gönderirler.
Bu sayede beyin tarafından uyarılarak vücudun doğal ağrı kesicileri olan 'endorfin' ve 'enkefolin' salgılanır. Bu salgıların kaynağa gidebilmesi için sinir sisteminin diğer bölümlerine, ağrı algılarının geçtiği diğer kapıları 'kapat' sinyali gönderilir. El üzerinden gelen ağrı sinyallerinden dolayı salgılanan doğal ağrı kesiciler sonucu yüz sinirlerinden gelen ağrı kapıları beyinde kapanmaktadır.
Diş ağrılarında vücudun başka bir yerinde değil de el üstüne buz konulmasının nedeni bu olup, bu noktaya akapuntur uygulanmasıyla da benzer sonuca ulaşılmaktadır. Baş parmakla işaret parmağı arasındaki bu noktaya HO-KU noktası denilmektedir.
Süt Neden Kaymak Tutar ?
İnek sütünün yüzde 87'si sudur. Geri kalanı yağ, protein ve laktoz adı verilen süt şekeri olup, bileşiminde ayrıca kalsiyum, fosfor gibi mineraller ve pek çok vitamin bulunur.
Sütün içindekiler değişik fiziksel durumlarda bulunurlar. Yağ, sütün içinde emülsiyon halindedir. Bir süt damlasına mikroskopla bakıldığında yüzeye çıkan küçük kabarcıklar halinde yağ tanecikleri görülür. Laktoz ve proteinler ise eriyik halindedirler.
Sütte üç tür protein bulunur. Bunlardan 'kazein' süte beyaz rengini verir. Diğer ikisi yani 'albümin' ve 'globülin' kaynamış sütteki kaymağı oluşturan ana maddelerdir. Sıcakla birlikte yoğunlaşırlar, pıhtılaşırlar.
Kaynamış sütün yüzeyinde oluşan tabaka, sütün yüzeyindeki suyun hızla buharlaşması sonucu, proteinlerin, kalsiyumun ve yüzeye gelen yağ taneciklerinin burada birleşmeleri ve gittikçe yoğunlaşmaları ile oluşur. Bu tabakada suyun oranı yüzde 29'a düşmüş yağ oranı ise yüzde 67,5'e çıkmıştır.
yildizlar isigi gunesten mi? alir yoksa kendi isigi midir?
Güneş de bir yıldızdır. Ve tüm yıldızlar da Güneş gibi kütlelerinin muazzam baskısını dengeleyebilmek için merkezlerinde hidrojen çekirdeklerini birleştirip daha ağır elementler haline getirdikleri füzyon tepkimeleriyle enerji üretirler.
Yüzeye ulaşan bu enerjinin küçük bir bölümünü de bizim gözlerimizin duyarlı olduğu görünür (optik) ışık dalgaboylarında ışıma yaparak yayarlar.
Yıldızların kütlelerine bağlı olarak bu enerjinin daha büyük bölümleriyse bizim göremediğimiz kızılaltı ya da morötesi dalga boylarında yayılır.
İnsanların karanlıktan neden korktuğunun biyolojik olarak açıklaması nedir?
Öncelikle sorunuzu açıklığa kavuşturmamız gerekiyor. İnsanların genel olarak karanlıktan niçin korktuklarını merak ediyorsak, bunu geleceği bilme güdümüzle açıklamamız gerekiyor. Doğal hayat içerisinde soyunu devam ettirmeye ve sağlıklı nesiller yetiştirmeye uğraş veren bir canlı türü olarak çevremizde ne olup bittiğini, bir sonraki aşamadaysa ne olup bitebileceğini bilme eğilimimiz bulunuyor.
Daha açık konuşmamız gerekirse, herhangi bir tehlike durumuna karşı hazırlıksız yakalanmamak adına sürekli ve tutarlı şartlar altında geleceği az çok tahmin ederek yaşamak istiyoruz. Anatomik ve fizyolojik yapımızsa karanlıkta iyi görüp çevremizi değerlendirmeye uygun değil. Çünkü biyolojik döngüsüne göre sabah uyanıp gece uyuyan bir türüz. Örneğin, kimi hayvanlar, gece görüşü ya da başka türlü bir avantaj sağlayan farklı duyulara sahip olduğundan geceleri avlanabiliyor. Onların karanlıktan korktuğunu söylememiz mümkün değil, değil mi. Dolayısıyla, tehlikeleri karanlıkta duyumsamamız oldukça güç olduğundan karanlıktan korkma eğilimimiz zaten bulunuyor. Ancak, karanlık fobisi bambaşka bir durum. Fobiler, genellikle kalıcı ve kişiyi olağanüstü kaygılara sürükleyen mantık dışı korkuları kapsıyor. Fobilerin psikolojik ve biyolojik birçok nedeni olabiliyor. Psikologlar, fobilerin nedenini diğer kaygı rahatsızlıkları çerçevesinde değerlendirmeye çalışsalar da kişisel farklar fobilerin nedeninde büyük rol oynuyor. Genellikle söz konusu korkuyla ilişkili travmatik bir durumdan söz edebiliyoruz. Ancak yine de kişiye özel nedenleri bulabilmek, bir terapi sürecini gerektiriyor.
Psikanalitik kuramın babası Freud, nedeni belirsiz fobilerin bir tür bastırılmışlık olduğunu ileri sürer. Kişi, kendisini rahatsız eden düşünce ve hislerini bastırarak unutmuş ve geriye yalnızca mantık dışı korkular kalmıştır. Fobilerin biyolojik nedenlerine baktığımızdaysa, fobik bireylerin beyinlerindeki limbik bölgedeki seratonin ve dopamin seviyelerinin düşük olduğunu görüyoruz. Bunun yanı sıra amigdala da büyük rol üstleniyor. Limbik sistem ve amigdalanın işlevsel kontrol alanlarına göz attığımızda aslında bu bulguların hiç de şaşırtıcı olmadığını görüyoruz. Çünkü limbik sistem beynin bellekle ilişkisi kurulan duygusal ve motivasyonel işlevlerin kontrolünden sorumlu. Bu bölgede duygusal elemanların bellek oluşumuna olan etkisinden bahsediyoruz.
Dolayısıyla, herhangi bir duygusal olay karşısında verilen bir tepki ve korku olduğu düşünülen fobilerin beynin bu bölgesiyle ilişkilendirilmesi doğal. Amigdala ise kızgınlık, kıskançlık ve korku deneyimlerinin işlemlendiği beyin bölgesi.
Sabun veya herhangi bir kimyasal birleşme ile oluşan maddede oluşan köpük neden yuvarlaktır?
Genel olarak bir sabun baloncuğunun ya da köpüğünün küre şeklinde olduğunu söyleyebiliriz. Sabun köpüğünün harcadığı enerji yüzeyiyle orantılıdır. Köpük, en az enerji harcayacağı şekli almak ister.
Bunun için yüzeyinin mümkün olduğunca küçük olması gerekir. Bu durumda da alacağı en uygun şekil küre olacaktır.
Suyu kaynattığımızda neden taşmıyor? Süt, çorba gibi sıvı olan şeyleri kaynattığımızda taşıyor. Bunun sebebi nedir?
Sütü ısıttığınızda yüzey bir köpük tabakasıyla kaplanıyor ve köpüğün içindeki havanın ısı iletkenliği düşük olduğu için sıvıdan ısı kaybı azalıyor. Kaynayan bir sıvıda, sıvı alttan hızla ısı alır, ısınan sıvı yukarıya yükselir; yüzeye ulaşınca da burada bir miktar ısı kaybeder, sonra da tekrar aşağıya iner vs. Köpük tabakası yukarıdan olan ısı kaybı mekanizmasını büyük ölçüde önlediği için sıvı aşırı ısınmaya başlıyor. Bu da buharlaşmanın hızla artmasına neden oluyor. Fakat buhar yüzeyden kaçamadığı için yeni köpükler oluşuyor. Durum böyle olunca taşma kaçınılmaz oluyor.
Burada önemli olan nokta, ısı kaybının en çok sıvının üst yüzeyinden olması. Kabın yan tarafından olan ısı kaybı o kadar fazla değil. Üst yüzeydeki en önemli soğuma mekanizması bir miktar sıvının (yukarıdaki durumlar için suyun) buharlaşması. Bir sıvıyı buharlaştırmak için büyük miktarda ısı vermek gerektiği için, buhar çıkması sıvının üst yüzeyini oldukça soğutuyor.
Su için aynı şeyin gözlemlenmemesinin nedeni, yüzeye çıkan kabarcıkların köpük oluşturmaması. Bu açıklamayı sınamanın iyi bir yolu, suya bir miktar deterjan ya da sabun katarak kaynatmayı denemek (çok az yeterli olabilir). Bu maddeler suyun yüzey gerilimini düşürdüğü için, köpükler kolayca patlamayacaktır. Yüzeyde oluşan köpük tabakası da eninde sonunda taşmaya yol açacaktır.
Çocuklar Neden Tırnak Yer?
Tırnak yeme genellikle çocuklarda görülen bir davranış. Araştırmalar 6 yaş civarı çocukların yaklaşık 25%'inin tırnak yediğini ortaya koyuyor. Bu davranış bozukluğunun çocuğa gerek fiziksel gerekse sosyal anlamda olumsuz etkileri olabileceği düşünülünce konu hakkında yapılan araştırmaların sayısının yüksekliği de kaçınılmaz oluyor.
Tırnak yeme alışkanlığının nedenine ilişkin iki temel açıklama var. İlki, bu davranışı kaygıyla bağıntılandırıyor (Hadley, 1984). Sinirleri gerilmiş bir çocuğun bunu dışarıya tırnak yiyerek yansıttığını söylüyor. İkincisiyse "çevresel baskılanma" varsayımı (Schendler, 1984).
Bu varsayımsa motor hareketleri kısıtlanmış çocukların tırnak yemeye daha eğilimli olduklarını savunuyor. Günümüzdeki çalışmalarsa genelde bu iki temel üzerinden yapılıyor.
Hızlı okuma tekniği nedir?
Bir resme, bir karikatüre bakarız ama bir yazıyı okuruz. Aslında ikisi arasında bir fark yoktur. Gözümüz şekilleri görür, beyin de değerlendirir. Ancak okumayı öğrenmeye başladığımızdan beri edindiğimiz ve hemen herkeste bulunduğu için farkına varamadığımız bazı alışkanlıklar nedeni ile okuma hızımız, insanın sahip olduğu kapasiteye göre hayli yavaştır.
İnsanlar sadece göz ve beyin arasında olması gereken okuma işleminin arasına bazı lüzumsuz alışkanlıklar katarlar. Kimi duyulacak şekilde (özellikle çocuklar) sesli okur, kiminin okurken dudakları kıpırdar, kimileri ise yazıyı içinden kelime kelime okur.
Bütün bu kötü alışkanlıklar okuma süresince ekstra bir güç sarfettirdiğinden okurken çabucak yorulmaya da sebep olurlar. Halbuki okuma sırasında ağız, dil, dudak, damak ve gırtlak gibi organların çalışmalarına hiç gerek yoktur.
Yavaş okumamızın birinci nedeni gözümüzün görme alanını iyi kullanmamamız yani okurken her kelimeye tek tek bakmamızdır. Bu şekilde normal bir satın okumak için gözümüzü 8-12 kere hareket ettirmemiz gerekir. Halbuki gözümüzün bir bakışında birden fazla kelimeyi görebildiğimizden aynı uzunluktaki bir kelimeyi 2-3 göz harekeli ile okumamız mümkündür.
Günümüzün baş döndürücü temposunda yavaş okuyarak zaman kaybetme lüksümüz yoktur, örneğin 400 sayfalık bir kitapta yaklaşık 96 bin kelime vardır. Bu kitabı dakikada 150 kelime okuyan bir kişi 10 saatte, 500 kelime okuyan 3 saatte, bin kelime okuyabilen ise l,5 saatte bitirebilir. Basit fakat disiplinli bir eğitimle kazanılacak zaman muazzamdır.
Okumamızı yavaşlatan en önemli psikolojik etken ise hızlı okursak anlayamayacağımızı zannetmemizdir. Etrafındakilerden sürekli 'tane tane oku' veya 'yüksek sesle oku' direktiflerini alan bir çocuğun bu alışkanlığı zamanla kökleşmiş hale gelir.
Halbuki dakikada 6 bin kelime okuyarak küçük yaşta üniversiteye giden Mariel Aragon, dakikada 2 bin 500 kelime okuyarak ABD'yi yöneten John Kennedy hızlı okuyarak daha iyi anlamanın mümkün olduğunun kanıtlarıdır.
Süratli okuma teknikleri ise paragraf okumak, sütun okumak, çapraz okumak gibi çeşitlidir. Bunların içinde anlama bakımından sütun okuma en etkin olanıdır. Bu teknikte 3-4 kelimelik dar bir sütunu okuyorsanız, sütunun ortasından bir doğru boyunca sözleri aşağıya doğru kaydırmak yeterlidir. Devamlı bir çalışma sonunda sütunu tamamıyla anladığınızı göreceksiniz.
Daha geniş sütunlarda da yine aynı şekilde ancak her satırda kelimeleri birer atlayarak yani 4-5 kelimelik bir satırda ikinci ve dördüncü kelimeleri okuyarak sütunu taramak yeterli olmaktadır. Gözler diğer kelimelerin resimlerini çekecek ve beyne ileteceklerdir.
Çok fazla kişisel yetenek gerektirmeyen hızlı okuma tekniği ile okumak, konsantrasyonun yanında kültüre ve sürekli egzersiz yapmaya da bağlıdır. Tüm bu koşulları sağlayanlar rahatlıkla dakikada bin kelime okuma seviyesine çıkabilmektedirler.
Neden bilgisayar klavyeleri alfabeye göre dizilmemiştir?
Bunu bilmek sizi de şaşırtacak, ancak dünyada Q klavye olarak bildiğimiz tuş dizilimi aslında daktilonun icat edildiği ilk günden beri değişmedi. Neden tuşların bu şekilde dizildiği konusunda da çeşitli rivayetler olmasına rağmen şimdilik en yaygın kabul gören hikaye şu: Yazı makinesinin mucidi olan Christopher Latham Sholes, 1867'de cihazın patentini alarak ilk çalışan örnekleri ortaya koyduğunda cihazın tasarımından kaynaklanan mekanik bir sorunla karşılaşır. İcat ettiği yazı makinesinin harfleri kağıda basmak üzere kullandığı mekanik harf kolları, kapalı bir kutunun içinde yer almaktadır ve iki kol birden kağıda doğru havalandığında içerde sıkışmaya neden olmaktadır. Sholes bu problemin çözümü için, kullanıcının yazım hızını yavaşlatmak üzere harflerin yerlerini alabildiğine karıştırarak en çok kullanılan harfleri elin en zor ulaşabileceği yerlere yerleştirmeyi uygun görür ve Q klavye adını verdiğimiz harf dizilimi ortaya çıkar. Daha sonra bu cihazın üretim hakkını satın alarak 1874'te seri üretime geçen E. Remington & Sons firması aynı harf dizilimini kullanmaya devam eder ve cihaz bu harf dizilimiyle tanınır. Erken kalkan yol alır misali, bu dizilim bir daha değişmez.
Tabii bu konuda anlatılan başka efsanevi hikayeler de var. Örneğin bu hikayelerin bir diğeri şunu iddia eder: İlk üretilen yazı makinesinin adı "Sholes & Glidden Type Writer" olarak geçer. Buradaki "Type Writer" kelimelerini oluşturan harflerin tamamı Q klavyenin en üst sırasında yer almaktadır. Böylece satıcılar, bir kağıda kolayca "Type Writer" yazarak ürünlerinin yeteneğini karşılarınmdakine gösterme şansı bulmaktadırlar.
Bu arada, tarih boyunca Q klavyenin daha iyi alternatifleri olabileceğini düşünenler de olmamış değil. Örneğin Washington State Üniversitesinden Prof. Dr. August Dvorak, 1932 yılında İngilizce'de çok kullanılan harflerin klavyenin en kolay ulaşılabilir yeri olan orta sırasına toplandığı bir klavye dizilimi önerir. Dvorak'ın araştırmalarına göre, sekreterlerin parmakları gündelik yazı işleri sırasında Q klavyede 16 mil yol alırken Dvorak klavyesinde sadece 1 mil yol almaktadır. Ancak daktilo ustalarının Q klavyeye olan mevcut alışkanlıkları ve piyasanın Q klavye tarafından çoktan istila edilmiş olması nedeniyle Dvorak'ın klavyesi yayılamaz ve kaybolup gider.
Q klavye dışında, Türkçe için kullanılan F ve diğer bazı ülkelerde kullanılan A klavye dizilimleri de mevcut. Bunlar da Dvorak'ın yapmaya çalıştığını temel alarak, kullanıldıkları ülkelerin diline göre yaygın kullanılan harfler elin nispeten kolay ulaştığı merkez konumlara yerleştirme amacı taşıyorlar ve bu sayede yazım hızını artırmayı hedefliyorlar.
Soğuk bir şey yediğimizde niçin başımız ağrıyor?
İnsanların yaklaşık yüzde 30'unun dondurma gibi çok soğuk bir gıdayı yedikten veya soğuk bir içeceği çabucak içtikten sonra başları ağrır. 'Beyin donması' veya 'dondurma başağrısı' da denilen bu ağrı, kalp hastalarının sol kollarında duydukları ağrı gibi, orijini farklı, duyulduğu yerin farklı olduğu bir ağrı çeşididir.
Ağrı ağızda değil de başta duyulmaktadır.
Bir görüş, bunun nedeninin sinüslerimiz, yani burnumuzdan aldığımız havayı akciğere giderken nemlendiren, hastalandığımızda şişen, burnumuzun üstündeki boşluklar olduğunu ileri sürüyor. Buna göre soğuk bir şey yenildiğinde, boşluklardaki hava aniden soğuyarak, ağrıya hassas sinir uçlarını tetikliyor ve ağrının başta hissedilmesine sebep oluyor.
Diğer bir görüşe göre ise ağzımızın kenarlarında ve tavanında bulunan damarlardaki kan hücrelerinin akışı ağrıya neden oluyor. Soğuk bir şey yenildiğinde kan, o bölgeyi ısıtmak için soğuk kısma hücum ediyor. Bu kanın bir kısmı başımızın ön tarafından geliyor ve geldiği yerdeki acı/ağrı alıcılarını ikaz ediyor ve bu sebeple de ağrı başta duyuluyor.
Hangi görüşün tam doğru olduğu henüz kesinlik kazanmış değil. En iyisi soğuk gıdaları biraz daha yavaş yiyip, içmek ve ağızda biraz bekletip ısıtmak. Böylece hem gıdanın lezzeti daha iyi alınır hem de kimsenin başı ağrımaz.