:: Duygusuz.com - Dostluk ve Arkadaşlık Sitesi
Hoşgeldin, Ziyaretçi
Sitemizden yararlanabilmek için Kayıt olmalısınız.

Kullanıcı Adınız:
  

Şifreniz:
  





Forumda Ara

(Gelişmiş Arama)

Forum İstatistikleri
» Toplam Üyeler: 16,696
» Son Üye: Klassohbet
» Toplam Konular: 98,546
» Toplam Yorumlar: 1,065,526

Detaylı İstatistikler

Kimler Çevrimiçi
Toplam: 176 kullanıcı aktif
» 0 Kayıtlı
» 173 Ziyaretçi
Baidu, Bing, GoogleBot

Son Aktiviteler
Batılı, Hurafeyi Atalarım...
Forum: İslam
Son Yorum: halukgta
11-24-2025, Saat: 10:36 AM
» Yorumlar: 0
» Okunma: 12
Allah’a Şirk Koşarak Yaşa...
Forum: İslam
Son Yorum: halukgta
11-21-2025, Saat: 09:37 AM
» Yorumlar: 0
» Okunma: 27
Rabbinden Sana Vahyedilen...
Forum: İslam
Son Yorum: halukgta
11-20-2025, Saat: 04:17 PM
» Yorumlar: 0
» Okunma: 20
Araf Suresi 157. Ayet. On...
Forum: İslam
Son Yorum: halukgta
11-18-2025, Saat: 12:06 PM
» Yorumlar: 0
» Okunma: 29
İnancını Bu Dünyada Sorgu...
Forum: İslam
Son Yorum: halukgta
11-16-2025, Saat: 03:19 PM
» Yorumlar: 0
» Okunma: 29
Bizler İnatla, Atalarımız...
Forum: İslam
Son Yorum: halukgta
11-15-2025, Saat: 05:11 PM
» Yorumlar: 0
» Okunma: 25
Atatürk'ün Çocukluk Anıla...
Forum: Hayatı ve Anıları
Son Yorum: Serdar102
11-15-2025, Saat: 02:39 PM
» Yorumlar: 0
» Okunma: 33
Ali İmran 78 -79. Ayetler...
Forum: İslam
Son Yorum: halukgta
11-14-2025, Saat: 03:50 PM
» Yorumlar: 0
» Okunma: 26
Günün Şiiri
Forum: Şiirler
Son Yorum: by-göçmenoğlu
11-14-2025, Saat: 10:13 AM
» Yorumlar: 9
» Okunma: 2,340
Adı Bende Saklı Sevgili.
Forum: Şiirler
Son Yorum: by-göçmenoğlu
11-14-2025, Saat: 09:41 AM
» Yorumlar: 0
» Okunma: 33

 
  Atatürk ve İnkılâp
Yazar: MaSaL - 04-23-2011, Saat: 11:36 PM - Forum: Mustafa Kemal Atatürk - Yorum Yok

[INDENT]

Atatürk ve İnkılâp
30 Kasım 1929

1916’da Atatürk’ün askerliği- karakteri- dine karşı durumu- kişiliği ve komutanlığı ve liderliği- Millî Egemenlik- Avrupa’ya karşı durumu- Müzik inkılâbı:

Vossische Zeitung muhabirine demeç:
Bu demeç, 1916 senesinde Mustafa Kemal’in bağımsız olarak çalışmaya başlaması için fırsatı ne biçimde elde edebileceğini kapsar. Kendisinde övünen bir tutum görülmeden şöyle demiştir:

- Ordugâhta, tek başına iken sıçrayıp ateşe başlamıştım. Aynı zamanda İngiliz askerînin o dakikada hemen bize karşı ateş açamayacakları kanısındaydım. Bunun için, bir tehlike gelmeyeceğini biliyordum. Benim o zamanki gerçek amacım, duruma tamamen hâkim olmaktı.

Bu olay, Gazi’nin seçkin olduğu yönlerden birisini de, onun övünme hayallerinden uzak olduğunu da gösterir. Söz, Napolyon’un huyuna gelince, yüzünde Napolyon’a karşı saygı belirtisi görülürken üzüntüyle, Napolyon’un kendi hayallerine kapıldığını ve tahta çıktığını ve kendine Eski Roma ve Bizans İmparatorları’nın unvanını verdiğini ve Hindistan’a göz diktiğini, akrabalarını ve çevresini yüksek görevlere getirdiğini anmıştır.

- Amaçlarımızın kişisel olmaması gerekir. Yerli olmayan bir kimse, ait olmadığı bir ülkeyi yükseltmek istediği zaman, kişisel isteklerden kendisini kurtaramaz. Kendini eski yasalara bağlayıp geçmiş ile yakınlığını korumak isteyen bir kimse, modern bir devlet de kuramaz. Napolyon, Polis Bakanı “Fouchet” nin yaşamını bildiği hâlde, onu görevinde bırakmıştır, bundan başka kendisinin en büyük düşmanlarına güvenmesi, çılgınlıktan başka bir şeyle yorumlanamaz. Napolyon, temel bir düşünceye dayanmadan işe başlamış ve kendisine bir fırsat yaratacağını sandığı olayların gelişimine uymuştur. Onun bu biçimde davranışı, demokrasiciliğin durumunun altmış yıllık gecikmesine neden olmuştur, diyebiliriz. Napolyon hakkında yayınladığınız kitabın Türkçe çevirisini altı ay önce gazetemde (Hâkimiyet-i Millîye) yayınlanmasını buyurmuştum. Bunun nedeni nedir biliyor musunuz?

İşte bunun nedeni şudur ki, bir taraftan onun kahramanlığından ve güçlü sabrından asker bir ders alsın, diğer taraftan yerli olmayan bir kimsenin, diğer bir ülkeye girmesiyle, o ülkede hainlik etmekle, sonun neye varacağını millet anlasın.

Gazi’nin bu açıklaması, onun kendisi için çizdiği programı bize gösteriyor. Dine karşı durumunu şöyle anlattı:
Sonradan Kuran’ı Kerim’in Türkçe’ye çevrilmesini buyurdum. Bu da ilk kez olarak Türkçe’ye çevriliyor. Muhammed’in hayatına ait bir kitabın çevrilmesi için de emir verdim. Halk yinelenmekte olan bir şeyin var olduğunu ve din ileri gelenlerinin derdi ancak kendi karınlarını doyurup, başka bir işlerinin olmadığını bilsinler. Camilerin kapanmasına hiçbir kimse taraftar olmamasına rağmen, bunların bu biçimde boş kalmasına şaşıyor musunuz?

Çobanlar, güneş, bulut ve yıldızlardan başka bir şey bilmezler. Yeryüzündeki köylüler de ancak bunu bilirler. Çünkü, ürün havaya bağlıdır. Türk yalnız doğayı kutsal sayar.

Gazi’ye dedim ki, kendisinin bu görüşü, en büyük akılların görüşlerine uyar. “Goethe” de bu doğaya “Allahlar” adını vermiştir. Daha önce bu ülkede aksettirilmesi uzak görülen bu sözleri Mustafa Kemal, yüksek sesiyle yinelenmiş ve bundan sonra şöyle demiştir:
Ben anlaşılmaz işi kabul edemem, kutsallığa lâyık ancak topluluğunun başkanı olan kimsedir.

İlâhiyat konusundan “kader” konusuna geçtim. Ve “kaza ve kader” denilen bu iki kelimenin arasındaki farkı açıkladığını ve bunların anlamı “şans ve rastlantı” kelimelerinin anlamına yakın olduğunu söyledim. Kelimeleri duyduğu zaman, biraz durduktan sonra bu iki kelimenin Arapça olduğunu ve Türkleri ilgilendirmediğini söyledi:

- Alın yazısını soruyorsunuz. Alın yazısının temeli, uygulaması mümkün olan sorunlarda düşündükten sonra işe başlamaktır. Komutan bir kimsenin büyük bir kararlılıkla fırsatları elden kaçırmaması gerekir. Aynı zamanda, akla uygun olan şeyleri izlemesi gerekir. Değişikliklerin sabit ve belirgin durumları yoktur. Şu kadar var ki, bu değişiklik durumunda ve çalışmasında bulunan kimseler için de bir kolaylık verir.

İşte burada kendisine aşağıdaki soruyu sordum:
- Şu hâlde siz, o zamanlarda komutanlığı ele almamış olsaydınız, bu ülkenin kurtarılmasını ve niteliklerinin birleştirilmesini düşünecek diğer kimseler çıkmayacak mıydı?

- Diğer kimselerin nasıl düşündüklerini bilmiyorum. Benim izlediğim yol ve çalışma, ancak kendi düşüncemin ürünüdür.
Aramızda bulunan çevirmen Dışişleri Bakanı idi. Bu kişi, bu sözleri zafer çığlıklarıyla karıştıran bir sesle çeviriyordu. Oysa ki, Gazi bunları söylerken, böyle özel bir uyum vermiyordu. Bu nedenle kendisini takdir ettim.

Gazi, ordu komutanlarının liderlerden sayılmasını ve kendisine bir asker gözüyle bakılmasını istemez. Hatta, Avrupa’daki insanların, böyle bir asker komutanı iken, Gazi’nin nasıl bir hükümet başkanı olduğunu görünce, kendilerinde şaşkınlık ortaya çıktığını Gazi’ye söylediğim zaman birdenbire cevap vermeyip biraz sonra şöyle demiştir:

- Gerçekten bir komutan, hükümet başkanı olduğu zaman, bir tehlike duyulur. Çünkü, onun bir asker komutanlığından başka üstünlüğü yoktur. Bundan başka onu hiçbir kimse kontrol altına alamaz. Bunu elbette Almanya denemiştiniz. Savaş zamanında başkanınız kimdi?

- Loudendorf.
- Bozgun gününde kaçan adam başkan değildir.

Mustafa Kemal bunu söyledikten sonra Kayser’den söz etmiş ve şiddetli bir biçimde aleyhinde bulunmuştur. Bundan sonra:
- Sizin iyi şansınız vardır, demiştir.

-Siz de Talat Paşa gibi, bir komutana bağlı idiniz, dedim. Ve Talat Paşa’yı takdir edenlerden olduğumu gösterdim. Gazi, Talat Paşanın düşmanı olduğu hâlde benim bu övgüme izin vermiş ve Talat Paşa Selânik’te küçük görevli iken onunla nasıl tanıştığını anlatmıştır. Talat Paşanın anlayışının kıt olduğunu ve bunun nedeni de Talat Paşanın Enver Paşaya karşı olan güveni olduğunu, bu nedenle yoldan saptığını söylemiştir.

Gazi, bana karşı sorgulayıcı bir gözle baktı ve şöyle dedi:
- Daha önce ihtiras konusunu anmıştınız. Gerçekte onsuz büyük bir iş oluşturulamaz. Ancak, onun herhalde millet yolunda bir görev amacına yönelmiş olması gerekir. Başkan olan kimsenin, milletin ülküsüne göre çalışması ve milletin psikolojisine hâkim olduktan sonra milletin eğilimine bağlı olması gerekir. Ben de, padişahlardan kurtuluşumuz tamam olmadan önce, hemen Meclis’i seçime çağırdım. Ve başkanlık hukukundan vazgeçerek, af bile kabul ettim. Egemenlik tamamen milletindir. Yani, seçilen millet vekillerinindir. Yönetim işlerine sizin sandığınız kadar karışmıyorum.

İşte bakanlardan birisi karşınızda bulunuyor. İsterseniz kendisinden sorunuz ki, ben onun görevine karışıyor muyum? Ben bugün başkanlıktan ve hatta ordu komutanlığından çekilmeğe ve kendi araştırmalarım için bir köşeye çekilmeye hazırım.
- Parti başkanlığından da vazgeçer misiniz? riye sordum.

- Hayır... Asla vazgeçmem. Çünkü benim kanımca bu parti, ülkenin gerçek siyasî düşüncelerini temsil ediyor...
Buralarda çok yıllardan beri oturan, yabancıların tanıklık ettikleri gibi, gerçekte Mustafa Kemal, bizzat o, asıl kaynağına uygun olan demokrasi temellerini bu ülkede oluşturmak için var gücüyle çalışıyor. Padişahların kötü yönetimlerini eleştirdiği hâlde Mustafa Kemal, 1924 yılında, saltanat ve halifeliği kabul etmesi için Ankara’ya gelen Müslüman kurullarının kendisine yapılan önerilerini geri çevirmişdir.

Çünkü, bu kurulların bu önerilerini kabul etmiş olsaydı, yüzlerce yıldan beri sarayda patlayan ihtilâllere ve ihtilâlci komutanların, tahtından indirilmiş hakanın tahtı üzerine çıkmalarıyla sonuçlanan yöntem ve âdetlerine karşı çıkmayacaktı. Aslında, bu yönleriyle Napolyon’u eleştiren Mustafa Kemal’in, Müslüman kurulların bu önerilerini kabul etmemekle kendisine karşı bir muhalefet ortaya çıkmayacağından emin bir durumda kalmıştır.

Gazi’nin yaşamı çok basit bir biçimdedir. Öteden beri yanında, ancak onun büyük işlerinden korkması sonucunda uzak kalan ve geri dönüşünden sonra ölen (sevgili annesi) bulunuyordu. Gazi, eşinden boşandıktan sonra, bütün mallarının Halk Partisi’ne kalmasını önermiştir. Kendisinde gösteriş ve büyüklenme eseri görülmez, Rüşvete karşı şiddetli mücadelede bulunur. Bu nedenden, onun eski dostu Deniz Bakanı’nı hapse mahkûm etmekten geri kalmamıştır. Mustafa Kemal’in demokrasiye taraftarlığını kendisinin demokrat olduğu düşüncesiyle göstermektedir.

Gazi söylüyor:
- Kapıda duran nöbetçi bile benden korkmaz. İsterseniz kendisinden sorunuz. Korku üzerine egemenlik kurulamaz. Toplara dayanan egemenlik sürekli olmaz. Böyle bir egemenlik ve hatta diktatörlük, ancak ayaklanma çıktıktan sonra geçici bir zaman için gerekli olur. Üyeleri çok fazla olan komisyon, büyük işler ortaya koyamaz. Ülkemize bakınız, sessizlik içindedir. Sürekli güven ve huzura taraftarız, asıl toprağımızdan başka bir metre kare toprakta gözümüz yoktur. Çünkü, toprağımız geniş olup, kendi oturanlarına dar değildir.
Bütün devletlerle rahatlık ve kurtuluş antlaşmaları imzaladık. Ancak yeni saldırılarla karşı karşıya gelmemiz durumu düşünerek orduyu bulunduruyoruz...

- Şu halde, basına niçin özgürlük verilmiyor?
- Yönetim ve hükûmetin sistemine saldırmamak şartıyla bütün basın özgürdür.
Gazi’nin Avrupa’ya karşı tutumu:
Gazi, Batı yolunda durabilmesi için, Türk’ün bütün gereksinimlerini yine batıdan almak gereğini duyuyor. Milliyet ülküsüyle Avrupa’dan aktarma sorunu arasında bir karşıtlık görüp görmediğine dair kendisine sorduğum soruya şöyle bir cevap vermiştir:

- Asla... Çünkü modern olan milliyet ilkesi milletler arası genelleşmiştir. Biz de Türklüğümüzü korumak için çabayla özeneceğiz.
Türkler uygarlıkta soyludurlar. Yunan’dan önce İzmir, taraflarında oturan eski bir millet olduğumuzu bilimsel bir biçimde kanıtlamaya çalışıyoruz.

Müzik inkılâbı:

Gazi söylüyor:
- Montesquieu’nun: “Bir milletin müzikte eğilimine önem verilmezse, o milleti ilerletmek mümkün olmaz” sözünü okudum, onaylarım. Bunun için müziğe çok önem göstermekte olduğunu görüyorsunuz.

Biz batılılara göre doğu müzikçiliğinin kulaklarımıza gelen tuhaflığından söz ettim ve dedim ki, “Doğunun tek anlayamadığımız bilimi varsa, o da onun müzikçiliğidir.” Gazi, karşı çıkarak şöyle demiştir:

- Bunlar hep Bizans’tan kalma şeylerdir. Bizim gerçek müziğimiz Anadolu halkında duyulabilir.

- Bu ezgilerin iyileştirilmesiyle ilerletilmesi mümkün değil midir?

- Batı müziği bugünkü durumuna gelinceye kadar, ne kadar zaman geçti?

- Dört yüz yıl kadar geçti.

- Bizim bu kadar zaman beklemeye zamanımız yoktur. Bunun için batı müziğini almakta olduğumuzu görüyorsunuz.

Ayın Tarihi: 1930, No.73, s.6049-6055[/INDENT]

Bu konuyu yazdır

  Atatürk'ün Sevgi Felsefesi
Yazar: MaSaL - 04-23-2011, Saat: 11:34 PM - Forum: Mustafa Kemal Atatürk - Yorum Yok

“Başkasına olan bir iyilik bize de iyiliktir. Başkasına olan kötülük bize de olan kötülüktür. Bu sebeple iyiliği sevmek ve kötülükten kaçmak lâzımdır. Yaptığımız işler, etrafımızda sevinçler veya acılar halinde akisler uyandırır. Bu hal bize vicdanî vazifeleri duyurur.”
Mustafa Kemal Atatürk



Bize göre, insanoğlunun içine, özene bezene konan en güzel ve güçlü duygu sevgidir, insanoğlu istese de istemese de bu köklü ve yüce duyguyu içinden söküp atamaz. Atmak istese de gücü yetmez. Amaç, bu yüce ve köklü duyguyu bilmek, anlamak, yaşamak ve yaşatmaktır. Asıl sorun ise, bu sevgiyi insanın, insanlığın yararına geliştirip yaymaktır. Bu gerçekten güzel olan duyguyu memleketin, milletin ve insanlık dünyasının yararları yönünde kullanmaktır. İnsanca yaşamanın, bütün incelikleri sevgide düğümlenir. Sevgi, neşe içinde bir hayat sürmenin, huzurun, güvenin kaynağıdır. Sevginin temelinde daima iyilik, doğruluk, güzellik vardır. Aynı zamanda insanların birbirlerini anlamaları ve birbirlerine destek olmaları ancak sevgi ile mümkündür.

Her konuyu yeteri, değeri ve gereği ölçüsünde düşünen Atatürk, doğumundan ölümüne kadar, kendine has bir sevgi felsefesi içinde yaşamıştır. O’nun için sevgi, hayatın ta kendisidir. Atatürk’ün insanlık âlemine sunduğu sevgi felsefesi, kişilerden topluma, millete ve milletlere uzanır. Hiç şüphesiz milletler arası güvenin de kaynağıdır. Milletler birbirlerini ancak severek anlayabilirler. Kendi milletlerine olduğu kadar dünya milletlerine de yararlı ve yardımcı olabilirler. Atatürk’ün haklara, ahlâka, şefkate ve insanî düşüncelere dayanan bu sevgi felsefesi, gerçekten insanlığın geleceği için çok güçlü bir ışıktır. O’nun evrenselliğinin en büyük örneklerinden biridir.

Bir süre merhum ünlü ressamımız Çallı İbrahim’in akşam yemeklerindeki sohbetlere katılmak mutluluğuna ermiştim. Bu sohbetlerde, sık sık, Atatürk’e de değinilirdi, işte böyle bir yemek sohbetinde, üstad Çallı İbrahim’e:

“—Hocam, Atatürk en çok kimi ve neyi severdi” demiştim. Şöyle bir iç çekerek, daha doğrusu derin bir nefes alarak, kendine has şive ve üslubu ile:

“—O, kimseyi sevmezdi. Hiçbir şeyi sevmezdi. Yalnız kütleyi severdi. Türkü, Türklüğü severdi. Gözünde ve gönlünde yalnız bu ikisi vardı. Bunlar için yaşardı. Bu ikisini yürekten sevenleri anlar, bilir ve onları beğenirdi” demişti. Bu fikri aynen benimsediğim için, Atatürk’ün sevgi felsefesine bu anlayışla girmeyi tercih ettim.

Mustafa Kemal’den Atatürk’e Sevgi

Mustafa Kemal’de en güçlü sevgi, hiç şüphesiz, vatan ve millet sevgisidir. Ondaki özgürlük ve bağımsızlık aşkını yaratan da yaşatan da bu sevgidir. O’nun doğumundan İkinci Meşrutiyet’in ilânına kadar cereyan eden olaylara, kalın çizgilerle değinecek olursak, şu manzara ile karşılaşırız:1

  • 1880 Ruslar Türkmen bölgesine yerleşmeye koyulur;
  • 1881 Fransızlar Tunus’a el koyar;
  • 1882 İngilizler Mısır’a el koyar;
  • 1884 Ruslar Merv’i alır, bağımsız Türkmen ülkesine hakim olur;
  • 1885 Bulgarlar Doğu Rumeli’yi, İtalyanlar Sudan’da Musava ve Beylut’u alırlar;
  • 1887 İtalya Mısır’da İngilizler’e, onlar da İtalyanlar’a Sudan’da hak tanırlar;
  • 1894-96 Ermeni ayaklanmaları. İç işlerimize karışmalar;
  • 1896 Girit Osmanlı yönetiminden çıkar;
  • 1898 İngilizler Sudan’a el koyar;
  • 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı;
  • 1899 Kuveyt Şeyhi İngiliz himayesine girer;
  • 1902 Fransa, Fizan’da İtalya’ya hak tanır;
  • 1903 Büyük Makedonya ayaklanması;
  • 1904 Necit, Yemen ve daha başka ayaklanmalar;
  • 1905 Büyük devlet donanmaları, bir süre için, Midilli ve Limnos adalarına el koyarlar;
  • 1906 Osmanlı hükümeti, Tûr-u Sina ve Akabe üzerindeki iddiaların dan vazgeçer. Bu yerlerin Mısır’a, İngiltere’ye ait olduğu kabul edilir;
  • 1907 İngiltere ile Rusya, İran üzerinde anlaşırlar;
  • 1908 Makedonya’yı Osmanlılardan koparma görüşmeleri, İngiltere Kralı ile Rus Çarı arasında, Reval’de yapılır.

Çökertilmeye çalışılan Osmanlı İmparatorluğu’nun bu durumunu Mustafa Kemal, okuyarak öğrenir. Hiç şüphesiz bir kısmını da yaşamıştır. Sadece okuyup geçmez. Olayları ve gidiş yönlerini de çok iyi kestirir. O nedenledir ki 1897 deki, Türk-Yunan Savaşı’ndan bahseden Mustafa Kemal: “Gençlik hayatımın en heyecanlı günlerini yaşadım. Yaşımın küçük olmasına rağmen bu savaşa katılmayı çok istemiştim. Az daha gönüllü müfrezelerin arasına katılıp gidecektim”2 der. Savaş kısa sürmüştür. Osmanlı ordusu zafer kazanmıştır. Ama gerçekte zaferin meyvelerini Yunanlılar toplamıştır. Buna çok üzülen Mustafa Kemal: “Hocalarımız bize, bütün Yunanistan’ın işgalinin mümkün olduğunu söylemişlerdi. Mütareke haberi gelince, aydın fikirli okul zabitlerimiz, büyük teessür duydular. Biz, onların yüzlerinden bunu anlıyorduk. Fakat bir şey soramıyorduk. Yalnız arkadaşım Nuri -Cumhuriyet devrinde milletvekili Nuri Conker- genç bir zabitin, (-Böyle olmamalıydı, yazık, çok yazık!) diyerek ağladığını anlattı. Manastır sokaklarında yine şenlikler yapılıyor, yine (-Padişahım çok yaşa!) avazeleri yükseliyordu. Ben, ilk defa bu temenniye katılmadım” 3 demişti.

Görüldüğü üzere, daha o yaşlarda Mustafa Kemal’in yüreğinde tertemiz vatan ve millet sevgisi yaşamaktadır. Her düşünce ve duygunun üstünde bu sevgi yer almaktadır. Bu maksatladır ki, 1906 ve 1908 yılları arasında Vatan ve Hürriyet Cemiyeti ile; sonradan Selanik’te Terakki ve ittihat Cemiyeti adını alan, kendi kurduğu teşekküllerde bitmez tükenmez mücadeleler verecektir. Sonradan adı ittihat ve Terakki’ye dönüşen cemiyetteki arkadaşlarına, bu alev alev yanan sevgi ile: “Meşrutiyet, köhneleşmiş ve insicamını kaybetmiş olan Osmanlı împaratorluğu’nun üzerine değil, Türk çoğunluğunun yaşadığı kısım üzerine oturtulmalı; düşmanlarının, yani büyük devletlerin yapacağı bir tasfiye yerine, ihtilâl idaresi, kendi başına bir Türk Devleti kurmalıdır” 4. Mustafa Kemal, ömür boyu bu amaç için çalışır. Nitekim, Selanik’te Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni kurmak için yaptığı ilk toplantıda, kuruculara: “Memleketin yaşadığı vahim anları size söylemeye lüzum görmüyorum. Bunu cümleniz müdriksiniz. Bu bedbaht memlekete karşı mühim vazifemiz vardır. Onu kurtarmak yegâne hedefimizdir”. “Millet zulüm ve istibdat altında mahvoluyor. Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve izmihlal vardır. Her terakkinin ve kurtuluşun esası hürriyettir. Tarih, bugün biz evlâtlarına bazı büyük vazifeler tahmil ediyor. Sizden fedakârlık bekliyorum. Kahhar bir istabdada karşı ancak ihtilâl ile cevap vermek ve köhneleşmiş olan çürük idareyi yıkmak için sizi vazifeye davet ediyorum.” 5

Bütün bunlar, Mustafa Kemal’in nasıl bir vatan sevgisiyle yanıp tutuştuğunun güçlü belgeleridir. Kişisel hırs ve heveslerden çok uzaktır. Kütle, bütün için yürek dolusu sevgi ile bilenmektedir. Cüret ve cesaretini de bu sevgiden almaktadır. O’nun için sevgilerin en yücesi, hatta kutsalı vatan ve millet sevgisidir. Her türlü sevgi bundan sonra gelmektedir. Nitekim, Selanik’te aynı karargâhta çalıştıkları, yaşça ve rütbece kendisinden ilerde bulunan Albay Cemal Bey -Cemal Paşa- Mustafa Kemal’e bir gazetede yayımlanan yazısını gösterir. Düşüncesini sorar. Mustafa Kemal: “Alelade bir yazı” dedikten sonra: “Siz şu veya bu tarzda, kuş beyinli kimselere kendinizi beğendirmek hevesine düşmeyiniz. Bunun hiçbir kıymeti ve ehemmiyeti yoktur. Siz bulunduğunuz vaziyeti mütalâa ediniz. Ve evvelâ kabul ediniz ki biraz feragat sahibi olmak lâzımdır. Eğer şunun bunun teveccühünden kuvvet almaya tenezzül ederseniz halinizi bilemem. Fakat âtiniz çürük olur. Çünkü bizim henüz hakikatle hiç temasa gelmemiş vasî muhitlerimiz vardır. Bu muhitlerde henüz acemkârî hayâlât ile meşbu olanlar çoktur. Büyük odur ki; hiç kimseye iltifat etmeyeceksin. Hiç kimseyi aldatmayacaksın. Memleket için hakikî mefkure ne ise onu görecek, o hedefe yürüyeceksin.” 6

Daha genç yaşlarında Mustafa Kemal, gerçekçiliği sevgiyle bağdaştırmasını bilmiştir. Sevginin yüceliğini, çeşitli yer ve zamanlarda, düşünceleriyle, hareketleriyle ispatlamıştır. Eğer böyle olmasaydı: “-Yurt toprağı, herşey feda olsun sana! Hepimiz senin için fedaiyiz” 7 diyebilir miydi? Şahsî düşüncelerden uzak, doğumundan ölümüne kadar vatanı ve milleti için bitmez tükenmez mücadelelere seve seve katlanabilir miydi? Ve nihayet, milleti, karakterinin gereği, istiklâl ve hürriyete kavuşturduktan sonra, dünyanın huzur ve refahı için, yüce sevgi felsefesi ile yola çıkması mümkün müydü?

Atatürkçü Düşünce Sisteminde İnsan

Atatürkçü düşüncede en önemli unsur insandır, insan, Atatürk ilke ve inkılâplarının güç kaynağıdır, insansız bir topluluk ve millet düşünmek mümkün değildir. Bu durumda ne bir düzen, ne bir yönetim, ne de bir uygarlık söz konusu olabilir. Bilim, insan aklı ve zekâsı ile gelişir. “Her şeyin kaynağı insan zekâsıdır”; 8 “Bu dünyada her şey insan kafasından çıkar. Bir insan başının ifade etmeyeceği hiçbir şey tasavvur edemiyorum” 9 diyen Atatürk, insanı ne derece yüksek gördüğünü anlatmaktadır. İnsanî duygulara dayanan dünya görüşü büyüklük ve üstünlüğünün kanıtıdır. Erişilmez bir insan sevgisidir ki O’nu mütevazi ve engin bir hoş görüye sahip kılmıştır. Atatürk’e göre, insanî duygu ve insanlık, gücünü sevgiden aldığı için de uygarlık işareti olmaktadır. Bu nedenle Atatürk, milletini, millî duygu ile insanî duyguyu en iyi bağdaştırmasını bilen bir yüce millet olarak görmekten haz duyar, gurur duyar. Nitekim, bunu şöyle vurgulamaktadır: “Türk milleti, millî hissi, insanî hisle yan yana düşünmekten zevk alır. Vicdanında millî hissin yanında insanî hissin şerefli yerini daima muhafaza etmekle müftehirdir. Çünkü Türk milleti bilir ki, medeniyetin şehrahında müstakil ve fakat kendileriyle muvazi yürüdüğü umum medenî milletlerle mütekabil insanî ve medenî münasebet, elbette inkişafımıza devam için lâzımdır. Ve yine malumdur ki, Türk milleti, her medenî millet gibi, mazinin bütün devirlerinde keşifleriyle, ihtiralarıyla medeniyet âlemine hizmet etmiş, insanların, milletlerin kıymetini takdir ve hatıralarını hürmetle muhafaza eder. Türk milleti insanlık âleminin samimi bir ailesidir.”10

Atatürk’ün insanlık ideali çok yüksektir. Hayatının hiçbir döneminde bencil olmamıştır. Her şeyi arkadaşlarına, millete mal etmesi de insan sevgisinden kaynaklanmaktadır. Her fırsatta insanları mutlu edebilecek çare ve yolları aramasının tek sebebi de budur. Sadece kendi milleti için çaba harcamazdı. Eşsiz insanlık ideali ile bütün dünya milletlerinin refah ve huzuru için, sık sık uyarılarda bulunurdu. İnsanî duygu ve düşünce alanında, olmasını istediği, varılmasını düşündüğü amaçları, gerçekleşmiş gibi göstererek insanları yumuşatacağına inanırdı.

Bu asil ve yapıcı düşünceyledir ki: “Artık insanlık kavramı, vicdanlarımızı temizlemeye ve hislerimizi yüceleştirmeye yardım edecek kadar yükselmiştir. İnsanları mesut edeceğim diye onları birbirine boğazlatmak, insanlıktan uzak ve son derece üzülecek bir sistemdir. İnsanları mesut edecek yegâne vasıta, onları birbirine yaklaştırarak, onlara birbirini sevdirerek karşılıklı maddî ve manevî ihtiyaçlarını temine yarayan hareket ve enerjidir”; “Dünya barışı için insanlığın gerçek mutluluğu, ancak bu yüksek ideal yolcularının çoğalması ve muvaffak olmasıyla mümkün olacaktır.”11 Dünya milletleri, Atatürk’ün insan sevgisine dayanan bu gerçek ve soylu görüşünü anlayıp benimsediği zaman insanlık yoluna girer. insanlığa hizmet edebilecek noktaya yükselir. Böylece, insanlık âleminin birer samimî ailesi olduklarını ispatlamış olurlar. Şu halde bütün mesele, Atatürk’ü anlamakta ve anlatmakta düğümlenmektedir. Bu konuda ilk adım, Atatürkçü düşünceyi yaymakla sorumlu olduğumuzun bilincine varmaktır. Atatürk’ün sevgi felsefesi ve insanlık ideali, Atatürkçü ideolojinin en güçlü dayanağıdır. Temelinde insan sevgisi yatan bu ideoloji, Atatürk’ün, dünya milletleri için huzur, güven, refah getirmesi yolundaki barışçı inancını ifade etmektedir. Atatürk, milletleri insanlık yönüyle hiçbir zaman kendi milletinden farklı görmemiş, savaştıklarına bile kin, garaz bağlamamıştır. Çanakkale’de, Mehmetçik Abidesi’nde bir konuşma yapacak olan devrin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya şunları not ettirmiştir: “Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçik’lerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlâtlarını harbe gönderen analar! Göz yaşlarınızı dindiriniz. Evlâtlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler. Ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.” 12

Bugünün medeniyet dünyasında, yıllanmış haksız olayları vesile sayarak cana kıyanlar vardır. Sapık destekçilerinin de gözlerini açmağa imkân bulunamamaktadır. İnsanlığa insanca yaşamanın yollarını gösteren Atatürk’ün bu insancıl duygu ve düşüncelerinden utanmaları gerekmez mi? Topraklarında, bir başka milletin uyruğunda da olsa, yaşayan insanlara yersiz, haksız davranışlarda bulunanların vicdanlarının titremesi gerekmez mi? Bu gibi tutum ve davranışlar, milletimizle birlikte Atatürk’ü, her gün biraz daha yüceltmektedir.

Sevgiden Doğan Görev Aşkı

Atatürk’te eşine çok az rastlanan bir görev aşkı vardır. Ondaki sevgiden kaynaklanan bu aşk O’nu, yurt ve millet sevgisinin doruğuna ulaştırmıştır. Bu sevgi karşılıksız da kalmamıştır. Belki de hiç bir lider, milleti tarafından Atatürk ölçüsünde sevilmemiştir. Bu sevgi ise, O’na, daima en büyük güç ve destek olmuştur. Atatürk: “Hayatımın bütün devrelerinde olduğu gibi son zamanların buhranları ve felâketleri arasında da bir dakika geçmemiştir ki her türlü huzur ve istirahatimi, her nevî şahsî duygularımı milletin kurtuluşu ve mutluluğu adına feda etmekten zevk duymayayım. Gerek askerî hayatımın ve gerek siyasî hayatımın bütün devir ve bölümlerini işgal eden mücadelelerimde daima hareket prensibim, millî iradeye dayanarak milletin ve vatanın muhtaç olduğu gayelere yürümek olmuştur.” 13

Atatürk’te millet ve vatan sevgisi sınırsızdır. Şahsı için en küçük bir istek ya da şiddetli bir arzu görmek mümkün değildir. Kendisine amaç olarak, ideal olarak seçtikleri tamamen millî ve insanîdir. Bunlara ulaştığı an, sanki bütün çabalar kendisinin değilmiş gibi bir tavır takınmaktan hoşlanır. Ondaki insan sevgisinin kanıtıdır bu: “Benim ihtiraslarım var. Hem de pek büyükleri. Fakat bu ihtiraslar, yüksek mevkiler işgal etmek veya büyük paralar elde etmek gibi emellerin tatmini ile ilgili bulunmuyor. Ben, bu ihtirasların gerçekleşmesini vatanıma büyük faydaları dokunacak, bana da gerektiği gibi yapılmış bir vazifenin canlı iç rahatlığını verecek büyük bir fikrin başarısında arıyorum.” 14 Bu, vatan ve millet sevgisiyle daha hayatta iken mal ve mülkünü milletine bağışlamıştır.

Rakik, duygulu, şefkatli bir ruha sahiptir. Savaşı, bir milletin hayatı için zarurî olmadıkça düşünemeyecek kadar insanlığa aşıktır. “Milletin hayatı tehlikeye düşmedikçe savaş bir cinayettir”15 der. Vicdanının sızlamasından yakınır. “Birçok zaferler kazandım. Fakat bunların en büyüğünden sonra bile, her akşam, savaş alanlarında ölen bütün askerleri düşünerek, içimde derin bir keder duyuyorum.” 16 Yaşadığı sürece dünya milletlerinin gönlünde bu sevgi felsefesinin ateşini yakmaya çalıştı. Birçok ilke, inanç ve düşünceleri gibi onu da insanlık dünyasına armağan etti. Böylece Atatürk, düşünce sistemini sevgi temeli üstüne oturtmuş oldu.

Prof. Dr. Suat Sinanoğlu, Türk Hümanizmi adlı eserinde, bu konulara da vukufla değinmiştir: “Atatürk, batılı olmayan bir toplumun tarihinde, ilk defa olarak halka baş vurmuştur. Bağımsızlığın elde edilmesinde ve demokratik bir devletin yaratılmasında halkla birlikte çalışmıştır. Yaşamı ve eseri üzerine çok yazılmıştır. Ama hiçbir tarihçi, söylevlerinde beliren kişiliğine uygun, bir manevî portresini çizememiştir. Oysa, söylevlerini okurken Atatürk’ün göz önünde beliren manevî kişiliğinin bir yana bırakılmaması gerekir. Çünkü 1919’dan ölüm tarihi olan 1938 yılına kadar geçen olayların en derin nedenlerini, akla uygun ve doyurucu biçimde açıklayabilmek için O’nun kişiliğinin tuttuğu ışığa ihtiyaç büyüktür.” 17 dedikten sonra da: “Söylevlerinde, kahraman ve şövalye ruhlu bir insan olarak belirir. Ulusu için savaşım veren bir şövalyedir. Bazan utangaçlığa çok benzeyen alçak gönüllülüğü kendisinden söz etmesine engel olur. Dünyayı gerçekçi gözle görür. Fakat gerçeği, gerçeklerin en yalınını, kendi ideal ve amaçlarına yöneltmesini bilir. Olaylara egemen olmak ister ve olur. Türk ulusundan söz ettiği zaman, sözlerinde insanlık duygularının titreştiği hissedilir. Türklerin çok daha mutlu geleceğe lâyık oldukları fikri, O’nu baskı altında tuttuğu, bu fikirle yanıp tutuştuğu da bellidir. Fakat O bütün insanlara, bütün uluslara saygı duyar, insanların acılarına saygılıdır. Bizzat kendisi çektiği acılarla yücelmiştir” 18 diyor.

Görüldüğü, düşünüldüğü üzere, bütün bunlar Atatürk’teki insanî duygu ve düşüncenin büyüklüğünü ve erişilmezliğini vurgulamaktadır. O, her şeye insanla, insanlıkla başlar. Toplum ve millet kademesine sevgi yoluyla ulaşır. Bu sevgi ile insanları, insanlığı, milletleri birbirine bağlamak inancı ve amacı ile yanar. Bu sebeple, “Yurtta sulh, cihanda sulh” isteği, bu sevgi felsefesinin en huzur verici ve en güvenilir ifadesidir.

İnsan Sevgisinden Topluma

“Bütün insanlar, bir toplumsal vücudun azalarıdır. Ve bu sebeple birbirine bağlıdır” 19 diyen Atatürk; “Başkasına olan bir iyilik bize de iyiliktir. Başkasına olan kötülük bize de olan kötülüktür. Bu sebeple iyiliği sevmek ve kötülükten kaçmak lâzımdır. Yaptığımız işler, etrafımızda sevinçler veya acılar halinde akisler uyandırır. Bu hal bize vicdanî vazifeleri duyurur”. “Bağlılık, bizi başkaları için müsamahakâr yapar. Çünkü, başkalarının kusurlarında bizim de istemeyerek, ekseriya beraber suçlu olduğumuzu gösterir. Hülasa, bağlılık, herkes kendi için yerine, herkes herkes için düşüncesini koyar. Bu düşünce toplumsaldır, millîdir. Geniş ve yüksek manâsıyla insanîdir.” 20

Bu ne engin ve zengin bir sevgi felsefesi, vicdanla da, ahlâkla da sarmaş dolaş. Bu ne kutsal bir inançtır ki, hem millî, hem vicdanî ve ahlâkî, hem de evrenseldir.Atatürk’e göre, insanlar hür ve serbest fikirli olmalıdırlar. Hür ve serbest fikirli insanlar, bu fikirlerini insanî düşünce ve duygularla bağdaştırmalıdırlar. Ancak bu yolla toplumu oluşturan kişiler arasında samimî bir bağ kurulabilir. Böyle bir toplumdan oluşan millet ise güçlü olur. Güçlü millet, diğer dünya milletlerine karşı da sevgi ve saygı dolu tavırlarıyla yararlı olur. Nitekim Atatürk: “Şüphesiz fikirlerin, inançların başka olmasından, şikâyet etmemek lâzımdır. Çünkü bütün fikirler ve inançlar bir noktada birleştiği takdirde, bu hareketsizlik alâmetidir. Ölüm işaretidir. Böyle bir hal elbette arzu edilmez. Bunun içindir ki hakikî hürriyetçiler, taassupsuzluğun umumî bir haslet olmasını temenni ederler” 21 demektedir.

Böylece, hür düşüncenin de insanlardan başlayarak toplumlara ve milletler arası bir düzeye ulaşmasında sevginin ne derece birleştirici, kaynaştırıcı bir etken olduğu görülmektedir. Atatürk, ömrü boyunca sevginin gücünü ve değerini gösteren gerçek örnekleri insanlığa vermiştir.

Huzur, Güven ve Refah Sevgi Felsefesindedir

Milletlerin huzur, güven ve refahı ancak milletler arası samimî bir sevgiyle mümkündür. Bu nedenle, milletleri dostluk-düşmanlık esasına göre ayırmak doğru olmaz. Yirminci yüzyılın son çeyreğini yaşayan dünya, atom devrini de aşmış, uzay çağına ulaşmıştır. Atatürk’ün, çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkma amacı, yalnız Türkiye için değil, bütün milletler için de doğrudur, gerçektir. En küçüğünden süperine kadar hiçbir devlet, bunun dışında bir düşünceyle hareket edemez; etmemesi gerekir. Çünkü, ilerlemeye son yoktur. Atatürkçü düşünce sisteminin temelini oluşturan dinamizm, fikir ile hareketi birlikte yürütme esasından kaynaklanır. Bu görüşe göre duran, haliyle düşecektir. Düşmemek için yorulmadan, durmadan çalışmak gerekir. Nitekim Atatürk gençliğe: “Siz, genç arkadaşlar, yorulmadan beni takibe söz vermişsiniz. îşte ben, bilhassa, bu sözden duygulandım. Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar, yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu?Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman dahi durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada dinlenmeden beni takip etmektir. Yorgunluk her insan, her mahluk için tabiî bir haldir. Fakat insanda yorgunluğu yenebilecek manevî bir kuvvet vardır ki, işte bu kuvvet yorulanları dinlendirmeden yürütür. Sizler, yeni Türkiye’nin genç evlâtları, yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz. Dinlenmemek üzere yürümeğe karar verenler asla ve asla yorulmazlar. Türk gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir.” 22

Hiç şüphesiz Atatürk’ün gayesi insanlık idealidir. İnsan sevgisidir. İnsanlığın barış, huzur, güven ve refahıdır. O’nun dinamik idealini benimseyenler için bu apaçık bir gerçektir. O, bu büyük ve asil düşüncelerini daha önceleri şu şekilde ifade etmiştir: “Türk Cumhuriyeti’nin en esaslı prensiplerinden biri olan yurtta sulh, cihanda sulh gayesi, insaniyetin ve medeniyetin refah ve ilerlemesinde en esaslı etken olsa gerektir. Buna elimizden geldiği kadar hizmet etmiş ve ediyor olmak bizim için övünülecek bir harekettir.”23

Atatürk, dünyanın bir büyük savaşa hızla aktığını görmüştür. Çeşitli nedenlerle dünya devletlerini uyarmıştır. Nitekim, bu durumu daha 1932 yılında ünlü Amerikan Generali Mac Arthur’a açıkça anlatmıştır.24 İlerleyen yıllarda ise: “Şuna da inanıyorum ki, eğer devamlı bir barış isteniyorsa, kütlelerin vaziyetlerini iyileştirecek beynelmilel tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları, kıskançlık, aç gözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir.”25 Bu ileri görüş, sahibi Atatürk’ün sevgiye dayanan en samimî duygusudur. Yüreği insanlık aşkı ile yanan büyük insanın insanlığa feryadıdır. Ama ne yazık ki, hırsları akıllarını fersah fersah aşanlar, bu sevgi dolu, insanlık dolu sese kulaklarını tıkamışlardır. Beyin, kulak, ağız üçlüsü ile denge sağlayamayanlar, halâ da bunu anlamamakta ısrar ederler. Daha da edeceklerdir. Oysa, Atatürkçü düşünce sistemine, Atatürk’ün eşsiz sevgi felsefesine göre insanlığın kurtuluşu, Atatürkçü ideoloji ile mümkün olabilecektir. Gel gör ki, bugün de insanlıkta, insan sevgisinde nasibi olmayanlar vardır. İnsanları ve milletleri birbirlerine sevdirmek yerine düşman etmeğe uğraşmaktadırlar. İnsanoğlu çirkin tutkulara, bencil düşüncelere kurban edilmektedir. İnsan sevgisine dayanmayan egemenlik hayalleri sürüp gitmektedir. İnsanlık ise, yücelmesi gereken yerde düşmektedir, zavallılaşmaktadır. Kutsal inançlar bile pis hırsların elinde oyuncaktır.

Yüce Atatürk, bu koca dünyaya insanî duygu ve düşüncelerin ışık tutsun. Sevgi felsefen, insanlığın uyanışı olsun.


DIPNOTLAR
1 Yusuf Hikmet Bayur; Atatürk, Hayatı ve Eserleri, s. 3-5.
2 Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, s. 10.
3 a.g.e., s. 12.
4 a.g.e., s. 114-117.
5 Hüsrev Sami Kızıldoğan, Belleten, c. 1, s. 621-622.
6 Yusuf Hikmet Bayur, Atatürk, Hayatı ve Eserleri, s. 24.
7 Enver Ziya Karal, Atatürk ve Devrim, Ziraat Bankası Yayını, s. 20.
8 Falih Rıfkı Atay, 19 Mayıs, s. 41.
9 Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar, Belgeler, s. 182.
10 Afet inan, Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s. 369-370.
11 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 323.
12 Yekta Ragip Önen, Dünya Gazetesi, 10.12.1953.
13 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I, s. 61.
14 Sadi Borak, Atatürk’ün Özel Mektupları, s. 22.
15 Enver Ziya Karal, Atatürk ve Devrim, s. 11.
16 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 353.
17 Suat Sinanoğlu, Türk Hümanizmi, s. 36-37.
18 a.g.e., s. 37.
19 Afet İnan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s. 522.
20 a.g.e., s. 529-531.
21 a.g.e., s. 509-510.
22 Cumhuriyet Gazetesi, 1.4.1937.
23 Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, c. IV, s. 560.24 Bekir Tünay, Atatürk’ün Üstün Kişiliği, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, sayı 3, s. 85..25 Ayın Tarihi, sayı 19, 1935.


KAYNAK: Bekir Tünay
ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 4, Cilt: II, Kasım 1985

Bu konuyu yazdır

  Atatürk Liderliğinin Sosyopsikolojik Analizi
Yazar: MaSaL - 04-23-2011, Saat: 11:28 PM - Forum: Mustafa Kemal Atatürk - Yorum Yok

I.- Atatürk’ün hayat hikâyesine, özellikle tarihî yönden değinen Türkçe’de ve yabancı dillerde oldukça kabarık sayıda kitap, makale ve araştırma yayınlanmıştır. Bunlar arasında, milletler arası edebiyat alanında ün yapmış olanları da vardır. Biz, bu denememizde bir hayat hikâyesini nakletmenin ötesinde Atatürk’ün liderliğini sosyopsikolojik bir olay sıfatıyla analize tâbi tutmayı, sosyoloji ve sosyal psikoloji, patolojinin verileri karşısında âdeta bir olay (case) sıfatıyla Atatürk’ün liderliğini, bilimsel ölçülere göre belirlemeyi, olayın böylece teori ve verilere göre analizini yapmayı arzuluyoruz.

Böyle bir analizin, duygusal etkiler dışına çıkarak tam objektif ve bilimsel bir tutum içinde yapılması iki yönden güçlük arzetmektedir: Bir kere böyle bir analizin yapılabilmesi, liderlik olgusuna nispetle sosyoloji, sosyal psikoloji, patoloji, tıp, tarih bilimlerine aynı derecede vukufu gerektirdiğinden disiplinler arası bir işbirliğini zorunlu kılmaktadır. İkinci olarak Atatürk liderliği olayının, özellikle bizim neslimize mensup bilim adamları tarafından tam bir objektiflik içinde incelenip belirlenmesi de ayrıca pek güçtür. Zira Atatürk’ün dönemini yetişkin gençler olarak idrak etmiş ve ona meftun olmuş bir nesil, Atatürk liderliğine karşı sübjektif bağlılık duyguları dışına çıkarak tam objektif olamaz.

Karizmatik otorite ve liderlik

2. - Özellikle yabancı yazarlar ve sosyal bilimciler günümüze dek Atatürk’ün liderliğini, Max Weber’in ünlü eserine dayanmak ve 1919’lardan sonra Anadolu’da oluşturulan siyasî otoritenin açıklanmasında, bu eserde yer alan bilgileri1 o dönemin Anadolu Türk toplumunun oluşturduğu sosyal gruba uygulamak suretiyle, otoriteyi ve bunu kullanan lideri karizmatik olarak nitelendirmek yolunu tutmuşlardır; Atatürk’ün bir karizmatik lider olduğunu belirtmek suretiyle, yukarda sözünü ettiğimiz analizin yapılmış bulunacağını ifade etmek istemişlerdir2.

Bilindiği gibi Max Weber, insan ilişkilerinin açıklanmasında otorite, cebir gücü, iktidar, fizik kuvvet üzerinde önemle durmakta ve sosyal olguyu izah ederken bunları bir nevi mihver gibi kullanmaktadır. Otorite, insan faaliyetlerinde cebredici, zorlayıcı gücün, fizik kuvvetin kullanılması demektir. Hukukî bakımdan egemenlik ve iktidar, söz konusu otoritenin kullanılabilmesi yetkisini ifade eder. Weber’e göre grup, bir bakıma, otoriteye nispetle rollerin farklılaşması demektir. Grubun normal, mutad üyeleri dışında sorumluluk taşıyan ve bu sebeple otorite kullanan kişiler vardır ve bunlarda en yüksek otoriteyi taşıyan şef ve bazı yönlerden şefin otoritesi altında bulunan ve diğer üyeler üzerinde otorite kullanan idare ediciler yani idarî kadrodur3. Weber’e göre çağdaş batı toplumlarındaki otoritenin karakteri aydınlatıcı bir unsur olarak ele alınmalı ve değerlendirmede bir atıf unsuru olarak kullanılmalıdır. Bu tip, rasyonel-yasal otoritedir.

Söz konusu otorite, özetle, düzenin genelleştirilmiş, evrensel, gayrı şahsî kurallara bağlı olmasını ifade eder. Otoritenin temel kaynağını kurallar oluşturur. Böylece kullanılan otoritenin meşruluğunu egemen olan, şefleri ve idarî kadroyu da bağlayan söz konusu kurallar sağlar. Otoriteyi kullanan idarî kadro ise bürokrasiyi oluşturur. Böylece sosyal düzen geniş ölçüde olmak üzere bürokrasi ile bağımlıdır.

İkinci temel otorite tibi, geleneksel otoritedir. Bu tip otoritede meşruluk, geleneksel nitelikteki otoritenin her zaman mevcut bulunmuş olmasına dayanmaktadır. Geleneksel otoritede de statüler vardır. Ancak bunlar, geleneksel düzenin somut ve geleneksel kurallarına bağlıdırlar. Statülerin üstünde, diğer bir kısım kişilerin hiyerarşik ve keyfî, serbestçe lûtufta bulunmak yetkisini de veren güçleri, otoriteleri mevcut bulunduğu gibi bu kişilere sadakatle uymak mecburidir. Ayrıca otorite alanı ile bunu kullanan kişinin özel alanı arasında açık bir ayırım yoktur.

Rasyonel-yasal ve geleneksel otorite tipleri yerleşmiş, sürekli sosyal sistem örgütlenme biçimlerini oluşturmaktadır. Sistemler belirli bir alışılmış düzen çerçevesinde işleyip giderler.

Üçüncü otorite tipini, karizmatik otorite oluşturur. Karizmatik tip Waber’e göre, “tarifi gereği tamamen kurumsallaşmış, yerleşmiş bir düzenin meşruluk temelleriyle çekişme halinde bulunan bir nevi otorite talebidir”. Bu otoriteyi taleb eden, tesis eden lider de karizmatik lider olur ve bir anlamda ihtilâlcidir. O halde karizmatik lider bir nevi sapıcıdır; içinde yer aldığı, çalıştığı toplumun yerleşmiş yönlerine karşı bilinçli bir muhalefet yürütmekte ve bunu yerleştirmeye çabalamaktadır.

Açıkladığımız gibi karizmatik lider yukarda açıklanan nitelikte bir davranış biçimini ortaya koyan, buna uyulmasını kesin bir görev olarak yerleştirmek isteyen, kendisini izleyenlerden meşruluk ve moral destek taleb eden kimsedir.

Dikkat edilmelidir ki, Weber’e göre karizmatik otorite ve karizmatik liderlik birbirinden ayrılmaz kavramlardır. Liderin karizmatik vasfı onu takib edenler tarafından kabul edilecektir. Ancak bu, demokratik anlamda, lideri takib edenlerin açık iradeleriyle belirlenmiş bir nza değildir ve fakat onların borcudur; görevidir. Bu tanıma, aslında liderin otorite talebinin meşruluğunu oluşturan unsurdur. Liderin etrafında yer alan idarî kadronun mensupları adeta birer havari gibidirler; onlarda da bir hedefe ulaşmanın heyecanı veya lidere olan sadakat duygusu yahut her ikisi birlikte vardır. Sözü geçenlerin faaliyetlerine lider sınırlar koyar. Karizmatik hareketler ücret veya ganimet dağıtmak yollarıyla desteklenir.

Böylece, Weber’e göre, ihtilâlci bir güç olarak, kurumsallaşmış düzenlerin istikrarını bozmak amacını taşıyan karizma, meşru bir otorite kaynağı olmaktadır. Karizma, kurulu düzende statülerde rasyonel veya geleneksel olarak sahip olanlara karşı bir ferdin otoritesini tesis etmektedir. Ancak karizmatik otorite zamanla, rutinleşme yoluyla giderek, liderin kişiliğinden ayrılacak ve objektif bir kurumsal yapı haline dönüşüp yerleşecektir.

Yukarda da açıklandığı üzere, bir kısım yazarlara göre4 Atatürk, karizmatik otorite kullanmış olan karizmatik bir lider tipindedir.

Karizma ve karizmatik liderlerin nitelik ve karakterleri üzerinde yazılmış eser ve düşünceler küçük bir kısım farklarla birlikte esasta birbirine çok benzemektedir; özetlemek gerekirse: Karizmatik otorite kullanımından kaynaklanan karizmatik otorite istisnaî bir kutsallığa, liderin kahramanlığına ve örnek teşkil edecek karakterine, getirdiği düzene toplumun üyelerinin yürekten bağlılığına dayanmaktadır5. Karizmanın kendisi ise, kişiyi diğer insanlardan ayıran ve böylece onun ilâhî veya hiç olmazsa çok istisnaî kudret ve vasıflara sahip bulunduğuna inanılan kişilik nitelikleridir6. Lider, bir misyonla ilâhî yönden görevlendirildiğini açıklayarak taleplerde bulunduğunda karizmatik sayılacağı gibi, onu takib edenler adı geçenin herkeste bulunmayan karakteristiklere, becerilere, kişilik özelliklerine sahip bulunduğuna inanıp bunu kabul ettikleri takdirde de karizmatik sayılır. Ancak karizma liderin sıfatından, kişiliğinden kaynaklanır; yoksa bu tâbir liderin ulaşmak üzere mücadele ettiği amaca atıf suretiyle kullanılmaz. Bu sebepledir ki, hedefleri birbirinden çok farklı olan Hitler, Napolyon, Roosvelt karizmatik liderler sayılmışlardır. Gene yukarda açıkladığımız gibi, karizma sosyolojik yönden kişiyi değil ve fakat belirli bir otorite tipini ifade için kullanılmıştır7. Özellikle Weber’in yaklaşımı böyledir.

Yine yukarda Weber’i açıklarken belirttiğimiz gibi, karizmatik otorite geçici, istikrarsız ve ekseriya ihtilâlci sosyal durumlara tekabül etmektedir. Karizmatik otoriteyi ve liderleri meydana çıkaran olgular; bu itibarla, toplumsal değer ve inançlarda değişmeler, siyasî ve ekonomik istikrarsızlıklar ve sosyal buhranlardır. Bu sebeple karizmatik otorite demokrasi dışı yöntemdedir.

Merlin Krüger-Frieda Sivert’in açıkladıkları gibi lider meşruiyetini aramaz; bunu talep eder, yani bu sözün anlamı liderin meşruiyet kazanmak için ayrıca çaba göstermediğidir. Ancak karizmatik lider misyonunu yerine getirebildiği takdirde ve sürece otoritesini muhafaza edebilecektir. Rasyonel-yasal ve geleneksel otoritelerden farklı olarak burada idare eden ve edilen arasındaki bir ilişki ve bu ilişkide de alan ve veren vardır. Hattâ bu alışveriş karşılıklıdır.

Karizmatik otorite geçici ve şahsî olduğu için zamanla siyasî devamlılık ve süreklilik problemleri mutlaka ortaya çıkacak ve karizmatik otoritenin rasyonel-yasal veya geleneksel otoriteye dönüşmesi zarurî olacaktır.

Karizmatik otorite ve liderlik mi?

3. - Karizmatik otorite ve liderlik hakkındaki bu açıklamalardan sonra Atatürk’ün liderliğinin ve kullandığı otoritenin karizmatik karakterde olup olmadığını gözden geçirmek gerekmektedir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya savaşı sonunda mağlûbiyetinden sonra ülkede büyük bir otorite buhranı, boşluğu meydana gelmişti. Ülkesi düşman tarafından işgal edilmiş, kendisi düşman tehdidi altında bulunan Halife-Padişah’ın ülkedeki otorite ve liderliği sadece nominal hale gelmişti. Padişah’ın kullandığı otorite 19. yüzyılın ikinci yarısında ve yirminci yüzyılın başındaki anayasa hareketleri dolayısıyla, Max Weber”in tasnifine göre rasyonel-yasal ve geleneksel otoritelerin karışımı niteliğinde idi. Mağlûbiyet ve meydana gelen sosyal olaylar sebebiyle, bu otoriteyi veraset yoluyla elde etmiş bulunan ve fakat gerçekte fiilî liderlik yeteneklerine sahip bulunmayan Padişah acınacak halde idi. Ayrıca otoriteyi kullanacak durumda da değildi.

Anadolu’nun muhtelif yerlerinde bu dönemde düşmana karşı kısmî mukavemet hareketleri başlamıştı. Hareketler çerçevesinde kullanılan otorite cebir şeklindeki güç ve kudret idi7. Oysa kaynağı sadece cebir ve güce dayalı iktidarlar da, otorite zamanla erimeye ve çözülmeye mahkûmdur8. Mustafa Kemal Atatürk’ün daha işin başlangıcındaki temci misyonu bu mukavemet hareketlerini güçlendirmek, sosyolojik anlamda hemen yapılaştırmak ve meşru bir otoriteye bağlamak olmuştur. Bu maksatla da hiç vakit geçirilmeksizin hukuk araçlarına başvurulmuştur: Seçim veya seçime benzer bir usul ile millî iradeyi temsil edecek bir meclis kurmak ve onun tarafından kullanılacak meşru bir kudrete dayalı otoriteyi yapılaştırıp tesis etmek.

Dikkat edilmelidir ki, Atatürk millî hareketin daha başlangıcından itibaren bir karizmatik iktidarın tesisi peşinde olmamıştır. Çanakkale savaşlarından kaynaklanan kişisel karizmasını kullanmak suretiyle karizmatik otorite tesisi çabasında bulunmamıştır. Karizmaya dayalı kişisel otorite ve liderlik tesisi yolunda ise hiç olmamıştır. Bir kere başlangıçta Padişahın kurallara ve geleneklere dayalı otoritesini reddetmiş değildir. Hal ve şartların ortaya çıkardığı korkunç otorite boşluğu bertaraf edilmeden millî mukavemetin teşkilâtlandırılmasının mümkün olamayacağı, Atatürk ve arkadaşları tarafından, sahibi oldukları engin savaş tecrübeleri dolayısıyla bilindiğinden, Padişahın otoritesini açıkça reddetmeden boşluğun doldurulmasına girişilmiştir.

Bu boşluk nasıl doldurulacaktı?

Mustafa Kemal ve arkadaşları söz konusu otorite boşluğunu daha başlangıçtan itibaren şahsî karizmalarına dayalı ve otorite ve kudret elde etmenin bütün şekillerini de kullanmak suretiyle doldurmaya çalışmak yerine, Max Weber”in otorite tasnifinde birinci sırada ifade ettiği rasyonel-yasal otorite tipini kurmaya çalışmışlardır. Yetkilerin, ne kadar üstün kişisel vasıflar taşımış olsalar da, liderde ve etrafındakilerde değil ve fakat millî iradenin temsilcisi olduğu imajı her zaman vurgulanan bir meclisin meydana getireceği objektif kurallarda bulunmasına çalışılmıştır. Bizce Büyük Millet Meclisi’nin mutlak olarak uyguladığı otorite rasyonel-yasal nitelikte olmuştur. Mustafa Kemal’in kişiliğindeki karizmanın böyle bir otoritenin oluşmasını, tesisini kolaylaştırdığını, elbette ki, ifade etmelidir.

Bizim görüşümüz şudur ki, İstiklâl Savaşı’nın zaferle sona erişine kadar geçen dönemde tesis edilen otorite rasyonel-yasal niteliktedir ve bunun uygulanışında Mustafa Kemal’in kişisel liderlik karizması temel faktör olmamıştır; ama elbette ki, etkili bulunmuştur.

İstiklâl Savaşı’nın sona erişinden sonra Cumhuriyet’in ilânı ve inkılâpların teker teker gerçekleştirilmesi, rasyonel-yasal nitelikteki otoritenin karizmatik karaktere dönüşmesini ifade etmiş midir?

Bilindiği üzere Max Weber’e göre çağdaş yapısal düzenin karakteristiği rasyonel-yasal otoritenin nisbî egemenliğidir. Kişi özgürleri, piyasa ve pazar ekonomisi, akademik hürriyetler ve basın hürriyeti ve diğerlerinin varlığı böyle bir otoritenin yürütülebilmesine bağlıdır. Ancak bu çeşit otoritenin de meydana çıkarabileceği bir kısım sakıncalar mevcuttur; rasyonel-yasal otoritenin parçalanması, otoritenin karakterinde giderek değişmelerin meydana çıkması mümkündür. Rasyonel-yasal otorite sanayi işçisini, işverenin keyfi otoritesinden kurtarırken, işçi kuruluşları liderlerinin sultası altına da sokabilmektedir. Rasyonel-yasal otorite değişirken karizmatik hareketler de ortaya çıkabiliyor. Meselâ yerleşmiş bir düzen yaygın nitelik almış suçlarla sarsılıp yerleşmiş rutinler, beklenti ve semboller çözülmeye başladığında yaygınlaşabilecek psikolojik güvensizlik insanları karizmatik hareketlere bağlanmaya, bunlarla bütünleşmeye yatkın hale getirebilir.

Rasyonel-yasal otorite düzeninde meşruiyetin temelinde serbest seçim vardır. Serbest seçim ise kişisel çekicilikleri, karizmaları ile kitlelere yaklaşabilen parti liderlerini ortaya çıkarmakta ve adı geçenler belirli derecede karizmatik lider tipine yaklaşmaktadırlar. Dikkat edilmelidir ki, günümüzde de seçimlerde parti liderleri belirli bir ölçüde ihtilâlci, hiç değilse toplum düzenini değiştirici önerilerle halkın huzuruna çıkıp oy istemektedirler.

Bu girişten sonra yukarda açıkladığımız sorunun cevabına geçelim.

1924 Teşkilâtı Esasiyesi ile cumhuriyet rejimi kurulduktan ve Osmanlı siyasî düzeni tasfiye edildikten sonra, birbirini izleyen ve toplum bakımından yapıyı değiştirmek amacını güden inkilâplar yapılmıştır. Ancak bütün bunlar bizce rasyonel-yasal otoritenin karizmatik otoriteye dönüşmesini ifade eden hareketler olmamış, bütün değişme teklifleri hukuk çerçevesinde yani kurallar marifetiyle ve kuralların egemenliği altında gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Kullanılan otorite meşru kudrettir. Fakat bunun yanında iletişim gücü, özdeşleştirme gücü ve bazan cebir de kullanılmıştır. Ancak bunların hepsi yasal nitelikte olmuştur9.

4. - Düşüncemizin tam anlaşılması için şu hususu bir kere daha vurgulamak istiyoruz: Atatürk’ün liderliği rasyonel-yasal bir otorite düzeninin liderliğidir. Atatürk’ün kişiliğinde çok güçlü bir karizma vardır ve fakat otorite münhasıran bu karizmaya dayanmakta değildir. Tam tersine Atatürk ve arkadaşlarının bu karizmaya dayanmak yerine hemen rasyonel-yasal bir otorite tesis etmek, başlangıçta kesinlikle ihtilâlci gözükmemek ve bu otoritenin araçlarıyla hedefe ulaşmak amacını güttükleri aşikârdır. Rasyonel-Yasal otoriteden ayrılmak eğiliminin ortaya çıktığından şüphe edildiği andan itibaren, Atatürk ile en yakın arkadaşları arasında çözülme ve ayrılmaların meydana çıkmaya başladığı görülüyor.

Yetiştirilen liderler ve kendi yollarını açan liderler

5. - Bilindiği üzere toplumsal gruplar içinde belirli sektörlerde, bu kısımlara özgü becerilere sahip liderler çıkar. Liderler, belirli kişisel vasıfları ve içinde bulundukları hal ve şartların sağladığı imkân ve fırsatlar dolayısıyla ortaya çıkmaktadırlar. Aslında, insanda iktidar ve güce sahip olmak, otorite kullanmak ihtiyacı esasen vardır. Toplum, sosyal grup bakımından da, çeşitli alanlar itibariyle, liderlik vazgeçilmez bir ihtiyaçtır ve bu sebeple gruplar içerisinde mutlaka iktidara dayalı farklılıklar olacaktır. Bazı kişilerin diğerlerine nazaran daha fazla karar vermek iktidarına sahip bulunmaları, böylece toplum içerisinde bir farklılığın ortaya çıkması zorunludur. Eğer herkes birbiri üzerinde eşit iktidara sahip bulunsa idi, toplum istikrarlı bir örgütlenme olarak varlığını sürdüremezdi.

İşte bu sebepledir ki, toplum, geniş ölçüde olmak üzere, belirli usullere göre, liderlerini ortaya çıkarmakta yani seçilmiş, tayin edilmiş liderler belirlenmekte ve fakat bunların yanında yine bir kısım liderler kendi hazırlıkları, çabaları, mücadeleleri sonucu statülerini kazanmaktadırlar.

Sosyal psikolojinin belirttiği üzere lider, liderlik vasıflarına sahip olan kişidir. Bu nitelikler ise tesadüfi değildir; sistematik bir eğitim veya hayatta kazanılan tecrübeler ve yetişkinlik sonucudur. Bu sebepledir ki, toplumsal gruplar çok sayıda kişiyi lider olarak yetiştirmektedirler. Amerika’da Harward, Columbia, İngiltere’de Oxford ve Cambridge Üniversiteleri, Türkiye’de tarihen Enderun, sonra Mülkiye, Haip Okulu ve Harp Akademileri bu fonksiyonu yerine getirmişlerdir ve bugün de diğer eğitim kurumlarıyla birlikte getirmekte devam etmektedirler.

Atatürk, bu bakımdan hem yetiştirilmiş ve hem de otorite ve iktidar yolunu kendi güç ve mücadelesi ile açmış bir liderin vasıf ve özelliklerini aynı zamanda taşımaktadır. Bir kere Silâhlı Kuvvetler mensubu olarak, her subay için olduğu gibi, eğitimde liderlik vasıflarının geliştirilmesi temel unsur teşkil etmiştir. Subaylar rütbelerini giderek, yavaş yavaş ve liderlik vasıflarım belirtebildikleri ölçüde kazanırlar veya kazanmalıdırlar. Böylece liderlik vasıfları adı geçenlerde sistematik bir eğitim sonucu teessüs eder. Atatürk aynı zamanda savaşlarda aslî roller alıp birliklere kumanda ederken de liderlik vasıflarını ve karizmasını pekiştirmiştir, özellikle Çanakkale Savaşları’nda kişisel liderlik vasıflarını geniş kitlelere tanıtmış ve kabul ettirmiştir.

Kişisel liderlik vasıfları ve Atatürk

6. - Burada kişisel liderlik vasıflarının nelerden ibaret bulunduğunu belirtmek için ayrıntılı izahlarda bulunmak tebliğimizin amacını aşacaktır. Ancak şu kadarını belirtelim ki, değişik alanlarda liderlik ayrı vasıf, özellik ve becerileri gerektirmektedir ama, bütün liderlik alanlarına ortak özellikler de vardır. Bu özelliklerin Atatürk’te çok ileri derecede mevcut bulunduğu görülüyor:

Elde edilmesi istenen hedefe ulaşmak hususunda yüksek derecede güdülenmiş olmak başta gelmektedir. Bu güdülenme hattâ bazan bir sapma niteliğinde ve kişiyi hayatın diğer alanlarına karşı ilgisiz kılacak surette güçlü de olabilir. Eğlenceden, aile sorumluluklarından uzak kalmak, sadece hedefe yönelik faaliyetlere konsantre olmak, bu sebeple hayatın birçok basit zevklerinden uzaklaşmak şeklinde tezahür edebilir. Hayat hikâyesi, bu özelliklerin Atatürk’ün kişiliğinde yer tutmuş bulunduğunu göstermektedir. İstiklâl Savaşı’nda temel motivasyon vatanın kurtarılması, düşmanın millî misak sınırları dışına atılmasıdır. Bu hedefe ulaşılmasından sonra ikinci temel hedef medenî bir hukuk devleti rejiminin kurulması ve buna yönelik güdülenmedir. Bununla birlikte toplumun çağdaş uygarlık düzeyi üzerine çıkarılması hususunda yapılacaklara ilişkin olmak üzere değişik alanlara yönelik güdülenmeler söz konusudur. Böylece Atatürk aralarında bir irtibat bulunsa da çok sayıda hedeflere yönelik olarak güdelenmiş bulunuyor.

Liderliğin ortak kişisel özelliklerinden birisini oluşturan değişik faaliyet alanlarının birisi üzerinde gerektiğinde konsantre olmak özelliği de, Atatürk’te en ileri derecededir. Ortak özelliklerinden en önemli birisini oluşturan azim ile ve hiçbir istisna yapmaksızın, bıkmadan bir faaliyeti sürdürebilmek yeteneği de Atatürk’ün kişi özelliklerinden birisi olarak hayat hikâyesinin muhtelif aşamalarında yer almaktadır.

Ancak, kendini devamlı olarak işe verebilmek, azimkârlık kavramları ile katılığı birbirinden dikkatle ayırmak uygun olacaktır. Katılık gerektiğinde davranış biçimini değiştirmek hususundaki yeteneksizlik olarak tanımlanabilir. Atatürk’te azim yeteneği, belirli güdülenmelere bağlı olarak, eski deyimiyle “ikdam” üzere hareket edebilme şeklinde tezahür etmektedir. Bu davranış, yanlışlığın tespit olunduğu hallerde, davranış biçimini değiştirmeyi de içerir. Atatürk’ün dil konusundaki tutumu buna ait çok güzel bir misal teşkil etmiştir.

İki çeşit liderlik ve Atatürk

7. - Yukarda da açıkladığımız gibi Atatürk hayat dönemleri içinde hem belirli bir alan için yetiştirilmiş liderdir ve hem de siyasette liderlik yolunu kendi azim ve iradesiyle açmış bulunan bir liderdir. Bu sebepledir ki, bu iki nevi liderlik özelliklerinin bir nevi sentezini şahsiyetinde gerçekleştirmiş bulunmaktadır: Yetiştirilmiş ve tabir yerinde ise, devşirilmiş olan liderler az saldırgan, aslında muhafazakâr olurlar. Bir yazarın dediği gibi bunlar “yem bir savaşı eski silâhlarla yapanlar gibidirler ve statükonun devamını isterler”10. Yollarını kendi güçleriyle açmış bulunan liderler ise bunların tam antitezini oluştururlar. Dikkat edilmelidir ki, Atatürk’te temkinli davranış tipi, hareketlerinde gidilecek ve durulacak yeri isabetle ve basiretle tayin etme kabiliyeti en yüksek derecededir. Kadın konusunda gerçekleştirilen inkılâp hamlelerinin son derecede dikkatli olarak yürütülmüş bulunması ve bu alanda Türk toplumunda yerleşmiş tutumlarla zıtlaşılmaması, yetiştirilmiş liderlik özelliklerini yansıtıyor. Buna karşılık yeni devlet düzeninin kurulmasındaki cesur hamleler, inkılâplar gerçekleştirilirken bunlara karşı dirençlerin kırılmasındaki kararlılık, kendi yolunu açan liderin özelliklerini yansıtıyor ve böylece ortaya bir sentez çıkmış oluyor.

- Dikkat edilmelidir ki, yetiştirilmiş liderlerin kişisel özellikleri belirli bir eğitim plânına göre adeta inşa edildiği halde, kendi yolunu azimve iradesi, mücadele kabiliyeti ile açan liderlikte hem kişisel özellikler faktörü ve hem de içinde bulunulan tarihî dönemin ortaya koyduğu hal ve şartların ortak etkisi, adeta iki nevi faktörün bir nevi sentezi söz konusu olmaktadır: Bugün üzerinde uzlaşma olan teorik görüşe nazaran kişinin sahibi bulunduğu liderlik vasıflarıyla toplumun o anda içinde bulunduğu durumun şartları, sorunları bir etkilenişim (enteraksiyon) halindedir. Zamanın karakteri, kişiliklerinde belirli özellikler bulunan kişilerin lider olmalarını sağlamakta ve bu potansiyeli taşıyanlardan hangisinin lider durumuna geçebileceğini tayin etmektedir. Aslında sosyal psikolojide kişilerin ne suretle kudret, otorite kazandıkları hususunda iki ayrı yaklaşımı ve bu ikisinin sentezini belirten görüşü sunmuş bulunuyoruz. Bugün genel görüş bu ikisinin birbiriyle bütünleştirilmesidir.

Bu bakımdan Atatürk’ün liderliğinde bu sentezin ne surette gerçekleştiği kolaylıkla tespit edilebiliyor. Atatürk’ün liderlik potansiyelinde beceri önce kendisini Çanakkale’de gösteriyor ve onun yüksek derecede karizma elde etmesini sağlıyor. Gençlik döneminden itibaren yetişmesi süreci içerisinde askerî kadro, Atatürk’ün liderlik yeteneğine esasen inanmıştır. Nitekim 1919’un paşaları Anadolu’daki mukavemet hareketlerini örgütlendirmek fikri üzerinde birleştikleri zaman liderin tayininde hiçbir zorluk ortaya çıkmıyor.

Her dönem, liderlik potansiyelini taşıyanlardan hangisinin lider olacağını belirlediğine göre, 1919’ların Türkiye’sinin sosyal şartları yani o dönemdeki siyasî kaos, uygun bir askerî strateji ile yurdun kurtarılması sorunu, Atatürk liderliğini ortaya çıkarmıştır. Bir yazarın dediği gibi “belirli bir zaman süresi içinde lider olacak kişi, bu belirli zamanın özel şartlarına göre liderliği oluşturacak vasıflara sahip bulunandır”11. Tarih liderlerin hayat hikâyeleri değildir; fakat tarih liderleri imal etmektedir.

Liderlik stilleri ve Atatürk

9. - Burada liderlik stilleri üzerinde bir miktar durarak Atatürk’ün liderlik stilini belirlemeye çalışmak uygun olacaktır:

Fiedler, stilleri arasındaki tezatlara işaret ederken liderleri iki kısma ayırmıştır12: Bir kısım liderler amacı vurgularlar13. Buna karşılık diğer bir kısım ise ilişkileri vurgulamaktadırlar™. Amacı, görevi vurgulayanlar kendilerini bütünüyle amaçlara adamışlardır ve liderlik faaliyetlerinde iletişim, eksperlik, ödül ve cebir güç ve kudretlerini kullanırlar15. Buna karşılık ilişkiyi vurgulayanlar, başta insanlar ve kitleler arasındaki pozitif münasebetleri muhafaza hususunda çaba sarf ederler ve kitleleri kendileriyle özdeşleştirmek suretleriyle otorite kullanmak eğilimindedirler16.

Bu iki ayrı stildeki liderlik olaylar karşısında hal ve şartlara ve kişisel karakterlere bağlı olarak aynı derecede başarılı olabilir. Bazı kişilerde ise, her iki stilde de lider olmak kabiliyeti vardır ve Atatürk bu nadir yetenekli kişilerdendir. Atatürk her iki liderlik stilini, kendisindeki potansiyel sayesinde yerine göre kullanabilmiştir. Kitlelerle pozitif ilişkilerini başarı ile sürdürmekle beraber amacına yönelik olarak otoritenin bütün şekillerini kullanmış, hiçbir zaman idarei maslahat yoluna gitmemiş, amacına düz yoldan ulaşmayı ve daima kitlelere doğru söylemeyi tercih etmiştir. Atatürk’ün her iki stili de birlikte olarak kullanabilmesi yeteneği, kişilik yapısının özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Gerçekten Atatürk’ün kişiliği sosyal psikolojide (İnternal) içsel ve (external) dışsal olarak kavramlaştırılmış iki tipten birincisini yansıtır gibi gözükmektedir: depresyonlara düşmenin nadiren meydana gelmesi gibi özellikler ve fizik sağlığın esasta iyi olması gibi. Ancak bu tipteki belirli maddelere tutkunluğun az olması özelliği, alkollü içkiler bakımından Atatürk’te mevcut değildir. Bu tipte kişi kötü ihtimalleri önleyici stratejiler üretebilmektedir. Atatürk’te bu yetenek yüksek derecededir ve askerlikteki eksper gücünden kaynaklanmaktadır.

Yine bu tipte kendine inanç çok güçlüdür. Atatürk’teki nefse güven yeteneğinin ne derecede güçlü olduğu ise bilinmektedir. Atatürk esasen kendine güveni Türk milletinin fertlerine en temel ilke olarak sunmuş bulunmaktadır. “Türk, övün, çalış, güven” derken kendi ruhundaki özelliği, toplumu kendi şahsiyeti ile özdeşleştirmek amacı ile hareket etmektedir.

îçsel tipte olanların politik gruplara ve hareketlere katılma eğilimlerinin de güçlü olduğu bilinmektedir. Nitekim Atatürk’ün siyasete olan ilgisi, otorite kullanma hususundaki ihtiyacının gücü, daha gençliğinden itibaren kendisini gösteriyor ve lider olarak yetişmesinde çok etkin bir faktör teşkil ediyor. Çanakkale Savaşlarında daha yüksek derecedeki kıt’aların komutanlığını taleb ederken Alman komutanının (fazla gelmez mi) sorusuna cevap olarak (az gelir) cümlesiyle hitap etmiş bulunması bu otorite ihtiyacının yoğunluğuna delâlet eden önemli bir misaldir.

Beceri-liderlik ve Atatürk

10. - Liderlik bütün beşerî ilişki alanlarında söz konusudur. Liderlik bakımından çok önemli unsurlardan birisi de hiç kuşkusuz o alana özgü beceri (ekspertise) dir. Bu itibarla liderlikte başarı sadece gösterilen çabalara, fizik gayretlere bağlı değildir. Tam tersine zihnî faaliyet ile zihnî yeteneğin üstünlüğü ile ilgilidir. Bir yazarın dediği gibi müzik âletinin ne derecede, ne kadar güçle ve ne kadar süreyle üflendiği önemli değildir; önemli olan üflenirken çıkarılan sesin niteliğidir. Ancak sağlık ve yüksek enerjinin çok önemli bir unsur olduğu muhakkaktır.

Bu bakımdan Atatürk’ün kişiliği analize tabî tutulduğunda durumun şöylece tespit edilmesi gerekeceği görüşündeyiz: 1919 yılında ülkenin durumu Büyük Nutkun başlangıcında belirtildiği gibidir. Yurdun muhtelif yerlerinde başlamış olan mukavemet hareketleri birleştirici bir lider beklemektedir. Herşeyden önce savaşmak söz konusu olduğundan, elbette ki, birleştirici liderin becerili bir asker olması gerekiyordu ve o sırada tarih, bütün hayatı süresince liderlik için yetişmiş, yetiştirilmiş, Çanakkale’de zafer kazanarak üstün derecede karizma kazanmış bir paşayı toplumun önüne çıkarmıştır. Tarihî şartlar, askerî ve siyasî sorunları bir araya getirmiş, içice koymuştu. Siyasî şartları kontrol etmeden askerî başarı elde etmek mümkün değildi. Askerî basan elde etmeden de siyasî şartları düzeltmenin imkânı yoktu. Bu sebeple askerî ve siyasî liderliğin aynı şahısta birleşmesi gerekiyordu. Görülüyor ki, Atatürk liderliğinde askerî beceri en başta gelen faktörü oluşturmuştur. Siyasî liderliğin temelinde böylece askerî beceri vardır. Siyasî liderlik, kendisi ile beraber bulunan sivil ve askerî kadronun yardımlarıyla böylece gelişmiştir. Siyasî liderliğin gelişmesinde ayrıca yine bizzat Atatürk’ün gençliğinden beri içinde bulunduğu siyasî hareketlerin etkili olduğu hususunda da şüphe yoktur. Ayrıca şu hususa da işaret edelim ki, kişisel vasıfların ve tarihî şartların Atatürk liderliğini, rekabetsiz olarak, nasıl sağladığını ifade etmiş olmamız, bu liderliğe ulaşmak için Atatürk’ün çabalarını göz ardı etmiş bulunmayı ifade etmez. Atatürk 1919 ve sonrası döneminin liderliğini, toplumun bir ödülü olarak üstlenmiştir ve fakat Atatürk’de, bu istiklâl hareketine karşılık teşkil eden ödülü vermiştir. Bu ödül harekete sağladığı prestij gücüdür. Bazı kişiler isimlerinin dikkat uyandırıcı gücüyle katıldıkları hareketlere prestij getirirler. Atatürk’ün Anadolu’da mukavemet hareketinin başına geçişi, bu hareketin liderliğini üslenişi ve hele belirli bir anda bütün resmî sıfatlarından vazgeçerek bir milliyet ferdi sıfatıyla hareketin başarısı için çalışmaktan başka bir emeli bulunmadığını ifade edişi, Anadolu’daki yeni örgütlenmeye büyük prestij getirmiş ve bazılarındaki tereddütleri yok ederek toplumun güven ve cesaretini büyük ölçüde arttırmıştır.

Böylece liderliği oluşturan davranış biçiminin, geçirilen sosyal tecrübeler sonucu elde edilmiş ve tarihin getirdiği şartlarla bütünleşmiş kişilik ve vasıf ve özelliklerinin bir tezahürü olduğu Atatürk liderliğinde de açık ve seçik olarak doğrulanmakta ve yine liderlik davranışının kişiye özgü vasıfların ve bu vasıfları yaratan sosyal şartlarla birlikte belirli bir zamanın fonksiyonu olduğu anlaşılmaktadır.

Bu konuyu yazdır

  Patlıcan Ezme
Yazar: ÐŽeşaren - 04-23-2011, Saat: 11:27 PM - Forum: Yemek Tarifleri - Yorumlar (1)

Malzemeler


1 buyuk boy patlican2 orta boy domates1 sivri biber


sirkehakiki zeytin yagituz2 dis sarimsak
Hazırlanışı


1)onceden isitilmis firinimiza uzerine bicagin ucuyla deldigimiz patlicanimizi koyuyoruz


yumusayana kadar cikarmiyoruz


2)domatesleri baska bir yerde rendeliyoruz


3)sosu icinarimsagi tuzla dovup sirke ve zeytinyagi ile karistiriyoruz


4)firindan cikardigimiz patlicanin kabugunu soyuyoruz ve once bicakla kucuk parcalara ayirip sogutuyoruz


sonrada domatesi ekleyi elimizle eziyoruz


icine karistirdigimiz sosu ekliyoruz sevis tabagina alip uzerine ince dogranmis yesil biberimizi ekliyoruz

Bu konuyu yazdır

  Nutuk’tan “Altı Çizilmiş” Satırlar
Yazar: MaSaL - 04-23-2011, Saat: 11:25 PM - Forum: Mustafa Kemal Atatürk - Yorumlar (1)

[INDENT] NUTUK konusunda yazılmış dağınık yazıların sayısı kabarıktır; 1977 yılı Ekim’inde, söylenişinin ellinci yılı dolayısıyla Ankara’da -İ. Ü. Atatürk ve Devrimleri Araştırma Enstitüsü- Türk Tarih Kurumu ortak çabası ile - bir sempozyum düzenlenmiş, Türk Dili dergisinin Kasım 1977 sayısı bir özel sayı olarak bu konuya adanmış, Cumhuriyet gazetesi Ekim 1977 günü özel bir ek vermiş, dergi ve gazetelerde yazılar yayımlanmıştır.

Ancak, bütün, bu çalışmaların, devrim tarihimizin bu ana kitabını yeterince açtığını ileri süremeyiz. Kaldı ki, NUTUK’un daha, önemine yaraşır bir basım da yapılmış değildir.

Rusça çevirisi (1929–1934, 4. cilt) açıklayıcı notları, sözlüklü dizinleri vb. ile zamanında bir örnek idi. Biz, elli yılı aşkın bir zaman sonra, bugün de, bu basıma benzer bir basım yapabilmiş değiliz.

NUTUK’un önce dış öğeleri üzerinde kimi saptamalara gereksinme vardır. İçinde adı geçen kişiler, kuruluşlar, yer adları, kavramlar, giderek deyimler ve sözcükler; anılıp geçilen olayların ne olduğu, ilişkin belgeler; varsa yanlışlar; dizinler; sözlükler vb.

Bu arada, NUTUK’un ilk basımında (1927) altı çizilmiş satırlar dikkatten kaçmıyor. Bunları derleyerek, Gazi Mustafa Kemal’in ne gibi olay ve kavramların üzerinde önemle durduğunu belirlemek de, işlenecek konulardan biridir, diye düşündük.

NUTUK’un ilk basımı iri punto ile dizilmiş, resmi yazılarda, telgraflarda kent adlan daha ince puntolarla, yazıların altındaki imzalar ise siyah harflerle belirlenmiştir. Bunların dışında, sadece, kimi satır ve sözcüklerin altı çizilmiştir.

1934 basımından başlayarak, italik ve siyah harfler, daha iri puntolar kullanıldığı dikkati çekiyor. Ancak, bunlar, ilk basımdaki altı çizilmiş satırlardan çok daha yaygındır. Atatürk‘ün, NUTUK’u yazdıktan -genellikle yazdırdıktan- sonra düzeltmeler, eklemeler yaptığını, o zamanlar yakınında bulunanlar anlatmaktadırlar. İlk basımda görülen altı çizilmiş satırları doğrudan doğruya kendisinin çizdiği ya da çizdirdiğine inanmak gerekir; başkalarının buna kalkışacağı olasılığı düşünülemez. Sonraki (1934, 1938 ve 1950′den bu yana) basımlardaki değişik puntolu satırların, bölümlerin ise, bu basımları kendisinin gözden geçirmesiyle mi ortaya çıktığı; yoksa basımı hazırlayanların mı bunu gerekli gördükleri üzerinde bir bilgimiz yoktur. Buna göre, sadece, ilk basımdaki altı çizilmiş satırılar üzerinde -hiç değilse şimdilik- durmak zorundayız.




“Altı Çizilmiş Satırlar”

(s. 9). NUTUK’un girişi niteliğindeki ilk sayfalarda, ülkenin durumu anlatıldıktan sonra, verilecek kararın ne olabileceği belirtilir ve bu kararın dayandığı en güçlü düşünce ve mantık şu idi, denir:

“Esas, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır.”

(s, 28).8/9 Temmuz 1919 gecesi, İstanbul hükümeti, onun resmi görevine son vermiş, Mustafa Kemal de o gece, Harbiye Nezareti ile Padişah’a, görevi ile birlikte askerlik mesleğinden de ayrıldığını bildirmiştir:

“Keyfiyet, tarafımdan; ordulara ve millete iblağ edildi. Bu tarihten sonra, resmi sıfat ve salâhiyetten mücerret olarak, yalnız milletin şefkat ve civanmertliğine güvenerek ve onun bitmez feyiz ve kudret menbahından ilham ve kuvvet alarak, vicdani vazifemize devam ettik…”

(s. 36). 23 Temmuz 1919′da Refet Bey’e (Paşa, Bele) yazdığı şifrede; daha önce Refet Bey’den aldığı yazıda, İngilizler nedeniyle izini kaybettirmesine ilişkin satırlarına karşılık:

“İzinizi kaybetmekten ise, Salahattin Bey’in müşkül vaziyetine girmesini tercih ederim.
Özdeş sayfada, şifre tel’in 8. maddesinde: Meclis-i Mebusan toplanmalıdır. Fakat İstanbul’da değil, Anadolu’da..”


(s. 47). Sivas valisi Reşit Paşa’ya 20 Ağustos 1919′da yazdığı yazıdan:

“Burada sunu da arz edeyim ki, bendeniz ne Fransızların ve ne de herhangi bir devlet-i ecnebiyenin sahabetine tenezzül eden şahsiyetlerden değilim. Benim için en büyük nokta-i sıyanet ve menba-ı şefaat milletimin sinesidir.”

(s. 50).Sivas Kongresi’nde, bir delege, başkanlığın nöbetle, delegelerin kentlerinin adlarına göre alfabe sırasına uyularak yapılmasını önerdiğinde:

“Efendiler, ben, vatanın, sahib-i teklifle beraber, bütün milletini hepimizin nasıl bir girive-i felâket içinde bulunduğumuzu, göz önüm getirerek çare-i halâs olduğuna kani bulunduğum teşebbüsatı namütenahi müşkilât ve mevanie rağmen, maddi, manevi bütün mevcudiyetimle, hayyiz-i fiile çıkarmaya çalışırken, benim, en yakın arkadaşlarım daha dün İstanbul’dan gelmiş ve bittabi vaziyetin içyüzüne gayr-ı vâkıf, hürmet ettiğim ihtiyar bir zat lisanıyla, bana, şahsiyattan bahsediyorlar.” (s. 51′de biter)

(s. 59). Halide Edip (-Adıvar)’in 10 Ağustos 1919′da İstanbul’da Mustafa Kemal’e gönderdiği mektupta, aşağıdaki satırlar -herhalde- Mustafa Kemal eliyle çizilmiştir:

“Sergüzeşt ve cidal devri artık geçmiştir.
Ati [İçin] inkişaf ve vahdet muharebesi açmağa mecburuz. Hududunda bu kadar çok evlâdı ölen zavallı memleketimizin fikir ve temeddün muharebesinde kaç tane şehidi var? Biz Türkiye’nin hayırlı evlâtlarından yarının banileri olmalarım istiyoruz- Rauf Bey kardeşimizle, sizin müştereken temelleri bile çöken zavallı memleketimiz için uzakları görerek düşünüp çalışmanıza intizar ediyoruz.”


(s. 66). Sivas Kongresi’nde, delegelerden birinin, manda’dan söz ederken:”Manda altına girdik demeyelim de isterlerse (devlet-i ebed-müddet olduk) diyelim.” sözleri üzerine, yine delegelerden Hüsrev Sami (Kızıldoğan) seslenir:

“Fakat bizim bu mesaiden maksadımız, kendimizi müda-faa ile millet-i ebed-müddet olduğumuzu ispat etmektir.”

“Bir millet mevcudiyetini ve istiklalini temin için kaabil-i tasavvur olan teşebbüsat ve fedakârlığı yaptıktan sonra muvaffak olur. Ya muvaffak olamazsa demek, o milletin ölmüş olduğuna hükmetmek demektir, Binaenlaeyh millet, berhayat oldukça ve teşebbüsat-ı fedakâranesine devam eyledikçe adem-i muvaffakiyet mevzuibahis olamaz.”

(s. 171). Harbiye Nazırı Cemal Paşa (Mersinli)’ya 5 Kasım 1919′da verdiği yanıtta, Meclis-i Mebusan’m toplantı yeri üzerindeki direnmesi:

“Mahall-i içtima hakkındaki nokta-i nazarda hükümetin sebatında isabet olduğunu, zaman ve vekayi ispat edecektir. Bu baptaki son mütalâahmızın, merakimden alınacak cevaplar üzerine, arz edileceğini bildirmiştik.”

(s. 242). 21 Şubat 1920 günlü şifre ile Rauf Bey’e yazısında, Köprülülü Hamdi Bey’in silahlı girişimiyle Fransızlardan alman Akbaş cephaneliği savaş gereçlerinden bir bölümünün İngilizlere geri verilmesi yolunda:

“Boş bir fişek kovanının bile İngilizlere iade edilmemesi daha muvafık olur fikrindeyiz.”

(s. 253). Rauf Bey (Orbay)’in, 8 Mart 1920 günü Mustafa Kemal’e telgrafında; Salih Paşa kabinesine güven oyu vermemek düşüncesi belirtildikten sonra:

“Ona nazaran vaziyetin temin buyurulması maruzdur.”

Bu satırın altım Rauf Bey’in çizmiş olması da olasıdır.

(s. 263). 16 Mart 1920 günü, İstanbul’un resmen İngilizlerce işgali üzerine, itilaf Devletleri temsilcileriyle millet meclislerine, tarafsız devletler dışişleri bakanlıklarına verilen Protesto’dan:

“…bu hareketin takdir-i mahiyetini resmi Avrupa ve Amerika’nın değil, ilim ve itfan ve medeniyet Avrupa ve Amerikasımn vicdanına tevdii ile iktifa..”

(s. 264). Yine o gün, komutanlara, vali ve mutasarrıflara, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerine, belediye başkanlıklarına, Matbuat Cemi-yeti’ne Beyannamesinden:

“…İstanbul’u cebren işgal etmek suretiyle Devlet-i Osmaniye’nin
yediyüz senelik hayat ve hakimiyetine hitam verildi. Yani, bugün Türk milleti (…Wink Makam-ı hilâfetin tesirat-ı ecnebiyeden tahlisine…”


(s. 270). Meclis-i Mebusan Reisi Celâlettin Arifin 28 Mart 1920 günü Düzce’den Mustafa Kemal’e verdiği yanıtta:

“…Ankara’ya muvasalat-ı âcizanemi müteakip bilistişare aynca bir beyannamenin ilânı tabiîdir.”

(s. 299). T.B.M.M. İkinci Başkam ve Adalet Bakanı Celalettin Arif, Doğu illeri genci valisi olmak, Erzurum milletvekili, Hüseyin Avni (Ulaş)’yi de Erzurum valisi yapmak isteğindedir. Onun 22 Eylül 1920 günlü telyazısından:

“Erzurum’un emniyetsiz ve ümitsiz bir vaziyete düşerek artık kendi elleriyle idare edilmeleri lüzumunu, yegâne çare-i necat ve halâs addeylemiş olduğu bir zamanda buraya geldik. Karabekir Paşayının da hareketi, menafi-i memlekete tevafuk etmedi.
…Hüseyin Avni Beyin yirmi dört saala kadar tebliğ-i memuriyeti…”


(s. 392). T.B.M.M.’nin gizli oturumunda (4 Mart 1922); muhalefetin, olumsuz ve kötümser düşüncede olanların, Türk ulusunun kendi kendine bağımsızlığını sağlayamayacağı yolundaki kanılarım belirtip manda isteyenler dolayısıyla yaptığı konuşmadan:

“Türkiye’yi böyle sakim yollarda inkıraz ve izmihlal vadisine sevkedenlerin ellerinden kurtarmak lazımdır. Bunun için keşfolunmuş bir hakikat vardır ki, ona tebaiyet edeceğiz. O hakikat şudur: Türkiye’nin re’s-i tefekkürünü, büsbütün yeni bir imanla teçhiz etmek… Bütün millete ceyyit bir maneviyat vermek…“

(s. 396). 1922 yılı yaz aylarında, Batı devletleriyle olumlu, gerçek ilişkiler görülmediğini belirttikten sonra, diplomasi alanında umuda kapılmanın yerinde olmadığı yolundaki kanılarının kesin olduğunu ekliyor. Sonra:

“Kudret ve kabiliyetten mahrum olanlara iltifat olunmaz, insanlık, adalet, mürüvvet İcâbatînı, bütün bu evsafı haiz olduğunu gösterenler talep edebilir.”

(s. 401). Mart 1922 ateşkes önerisinden söz ederken, Beykoz ya da Venedik’te bir konferans toplanmasının sözkonusu olduğunu andıktan sonra:

“Fakat nihai zaferimizin tahakkuk anına kadar, bunların, hiçbiri tahakkuk etmedi.”

(s. 402). Mayıs 1922′de, Başkomutanlık yasasının Mcclis’te, muhaliflerin çabaları ile, uzatılmaması kabul edilip ordu başsız kalınca, verdiği karar üzerine:

“Memleketin ve maksad-ı umuminin menfaat-i âliyesi namına, ben de, Başkumandanlık vazifesini ifâya devam kararımı verdim ve bunu Heyet-i Vekiliye de bildirdim.”

(s. 403). 6 Mayıs 1922 günü T.B.M.M.’nin gizli oturumunda, Başkumandanlık sorunu üzerine konuşurken, Afyon milletvekili, Mehmet Şükrü (Koç)’nün, gizli oturumlarla gerçeğin ulustan gizlendiği, komedya oynandığı yolundaki sözlerine verdiği yanıttan:

“komedya oynayan ve oynatan Şükrü Efendi’nin kendisidir. Fakat emin olsun ki biz o komedyaya kapılmayacağız. Şükrü Efendi oynamak ve oynatmak istediği komedya neticesinde, yakalandığı kanun pençesinden, ne kadar büyük bir tezellül ile kurtulduğunu, unutacak kadar çok zaman geçmemiştir.”

Bu arada, Erzurum milletvekili Hüseyin Avni (Ulaş)’nin, görevlerin kişilerle olmadığı, kişi yoktur, ulus vardır yolundaki sözlerine yanıtından:

“Gerçi, asıl olan millettir, heyet-i içtimaiyedir. Onun da irade-i umumiyesi, Meclis’te mütecellidir; bu her yerde böyledir. Fakat, fertler de vardır. Meclis, memleket ve millet işlerini fertlerle, şahıslarla yapmaktadır. Her devletin umurunu tedvir eden şahıs ve şahıslar meydandadır.”

(s. 404). O günkü konuşmalarda Salâhattin Bey (Köseoğlu) de, en önemli görevlerinin politika yapmak olduğunu söylemiş, Mustafa Kemal şu yanıtı vermiştir:

“Hayır efendiler; bizim mühim ve asıl olan vazifemiz-, siyaset yapmak değildir. Bizim ve bütün memleket ve milletin bugün, yegâne vazifesi, topraklarımızda bulunan düşmanı süngülerimizle tard etmektir.”Yine Salâhattin (Köseoğlu) Bey’in, askerlik masraflarını incelemek için başkumandanlığın varlığının engel olduğunu ileri sürmesi üzerine:
“…ben, ordumuzun mevcudiyet ve kuvvetini, paramızla mütenasip bulundurmak nazariyesini kabul edenlerden değilim; «paramız vardır, ordu yaparız; paramız bitti, ordu inhilal etsin…» Benim için böyle bir mesele yoktur.”

(s. 405). Yine o günün koşullarında, muhaliflerin, ulusa angarya yaptırıyor diye yakınmaları üzerine:

“Ordunun ihtiyacatı, millete angarya yaptırmayı istilzam ediyorsa, bunu yapıyoruz ve en doğru kanun, budur.
Kara Vasıf Bey, Başkomutanın cephe gerisindeki işlerle uğraşmamasını öne sürer. Mustafa Kemal, bu görüşü yanıltıcı bulur. Bir kişinin hem cephe, hem de cephe gerisi işleriyle uğraşabileceğini belirtir, ekler:
“Büyük işler deruhte etmemiş insanların, bu husustaki tereddütlerini, mazur görmelidir.”


(s. 406). Kara Vasıf Bey, Sakarya savaşından beri kıpırdayamadığımızı söylemiş, bu sözleri kimileri alkışlamışlardı. Mustafa Kemal, diyor ki:

“Bundan çok müteessir ve müieezzi oldum. Çok hicap duydum.”

Yine bu sayfada, Mustafa Kemal, Meclis’e, ordunun şu dakikada başsız bulunduğunu söylüyor; kararını da bildiriyor:

“Düşman karşısında bulunan ordumuz başsız bırakılamazdı. Binaenaleyh, bırakmadım, bırakamam, ve bırakamayacağım.”

Sonunda, Başkumandanlık Kanunu uzatılmıştır.

(s. 407). 20 Temmuz 1922 günü, Başkumandanlık Kanunu üzerinde görüşme açılmış. Kanun bu kez, süresiz olarak uzatılmıştır. Mustafa Kemal, o günkü konuşmasında, işgal edilmiş bölge ve kentlerimiz ana yurda katıldığında, ulusla birlikte en büyük mutluluklara ulaşılacağını söylüyor ve ekliyor:

“Benim başkaca, ikinci bir saadetim olacaktır ki, o da, davay-ı mukaddesimize başladığımız gün, bulunduğum mevkie rücu edebilmekliğim imkânıdır.
Sine-i millette serbest bir fert olmak kadar, dünyada bahtiyarlık var mıdır?
Vâkıf-ı hakayik olan, kalp ve vicdanında manevi ve mukaddes hazlardan başka zevk taşımayan insanlar için, ne kadar yüksek olursa olsun, maddi makamatın hiçbir kıymeti yoktur.”


(s. 414). Büyük utku kazanılınca, Rauf Bey (Orbay)’den 4 Eylül’de alınan bir telgrafta, ateşkes konusunda İstanbul’dan haber geldiği bildirilir. 5 Eylül 1922′de verdiği yanıtta, Anadolu için görüşmenin yeri kalmadığı, ateşkesin ancak Trakya için söz konusu olacağı yolundaki sözlerine; Eylül’ün onuna kadar hükümete resmen başvurulursa, aşağıda belirteceği koşullar ileri sürülerek yanıt verilmelidir yönergesini ekler.

(s. 415). O gün kendisine verilen bir telgrafta, İzmir’deki İtilaf Devletleri konsoloslarına, Mustafa Kemal ile görüşmelerde bulunma yetkisi verildiği bildirilerek, hangi gün ve nerede konuşabileceği soruluyor. Verdiği yanıtta: “9 Eylül 1922′de, (Nif)te!” buluşacağını bildiriyor. Gerçekten, dediği günde kendisi Nif (Kemalpaşa)’te bulunmuştur, ancak görüşme isteyenler orada değillerdir:
“Çünkü, ordularımız İzmir rıhtımında ilk verdiğim hedefe, Akdeniz’e vasıl olmuş bulunuyorlardı.”Büyük utkuya ulaşan savaşlar için özdeş sayfada söyledikleri:

“Her safhasıyla düşünülmüş, ihzar, idare ve zaferle intaç edilmiş olan bu harekât, Türk ordusunun, Türk zabitan ve kumanda heyetinin, yüksek kudret ve kahramanlığım tarîhte bir daha tesbit eden muazzam bir eserdir.
Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklal fikrinin, lâyemut abidesidir. Bu eseri vücuda getiren bir milletin evlâdı, bir ordunun başkumandanı olduğumdan, ilelebet mesut ve bahtiyarım.”


(s. 419). Rauf Bey (Orbay), saltanatın kaldırılmasına karşı olduğunu belirttiği halde:

“…Benim yeni kararıma muttali olduktan ve bahusus kararımın lehinde ve saltanatın lağvı hakkında beyanatta bulunmasına dair teklifim karşısında … … mutavaat göstermiştir.”

(s. 420). Sadrazam Tevfik Paşa (Okday) 17 Kasım 1922 günlü, Mustafa Kemal’e gönderdiği telgrafta, kazanılan utkunun İstanbul - Ankara ikiliğini ortadan kaldırdığını bildirir. Mustafa Kemal, İstanbul’daki temsilcileri Hâmit Bey (Hasancan)’e çektiği telgrafta, Tevfik Paşa’ya, devletin politikasını karıştırmamalarını bildirmesini ister. Oysa, Hâmit Bey’ce, bunun, kendisine özgü bir yönerge “telâkki edilmiş” olduğu, altı çizilerek belirtilmektedir.

(s. 423). 17 Kasım 1922 günü, eski padişah Vahdettin’in bir İngiliz gemisiyle kaçtığını bildiren belgeler üzerine:

“Sakim bir tevarüs usulü neticesi olarak büyük bir makam, tantanalı bir unvan ikraz edebilmiş bir sefilin, izzet-i nefsi çok yüksek, asil bir milleti nasıl hacil bir vaziyete düşürebileceği, o zaman, daha tabii surette anlaşılır.
Filhakika, her ne sebep ve suretle olursa olsun, Vahdettin gibi hürriyet ve hayatını milleti içinde, tehlikede görebilecek kadar âdi bir mahlûkun bir dakika dahi olsa, bir milletin resikârında bulunduğunu düşünmek ne hazindir! Şayanı-ı teşekkürdür ki, bu alçak, mevrus saltanat makamından, millet tarafından ıskat olunduktan sonra, denaetini itmam etmiş bulunuyor. Türk milletinin, bu tekaddümü elbette, takdire layıktır.
Aciz, âdi, his ve idrakten mahrum bir mahlûk; kabul eden herhangi bir ecnebinin himaye-sine girebilir; fakat böyle bîr mahlûkun, bütün islamların halifesi sıfatını haiz bulun-duğunu ifade etmek elbette muvafık değildir. Böyle bir telâkkinin doğru olabilmesi evvel-i emirde bütün islâm kütlelerinin esir olmaları şartına vabestedir. Halbuki, cihanda, hakikat, böyle midir? Biz, Türkler, bütün tarih-i hayatımızda hürriyet ve istiklale timsal olmuş bir milletiz! Kıymetsiz hayatlarını iki buçuk gün fazla, sefilane sürükleyebilmek için, her türlü mezelleti mubah gören halifeler oyununu da sahneden kaldırabileceğimizi gösterdik. Bu suretle devletlerin, milletlerin, yekdiğeriyle münasebatında şahısların, bahusus mensup olduğu devlet ve milletin zararına da olsa, şahsi vaziyet ve hayatlarından başka bir şey düşünemeyecek pespayelerin ehemmiyeti olamayacağı hakikat-i malûmesini teyit ettik.
Milletler münasebatında, mankenlerden istifade sistemine rağbet devrine hatime vermek, medeni âlemin samimi temenniisini teşkil etmelidir!”


(s. 425). Yeni seçilen halife Abdülrnecit’in kullanacağı sanlar ve nasıl giyineceği konusunda, İstanbul’daki temsilci Refet Paşa (Bele) ile yazışmalarında, bu san ve kılıkların adlan geçerken, sözcüklerin altı çizilmiştir:
Hadimülharemeyn, sarık, Halife-i Resulullah.

(s. 427). Halife seçimi dolayısiyle 18 Kasım 1922 günü yapılan konuşmalarda, düşmanlar ve halifelerin birlik olarak her şeyi yapabileceklerini belirttikten sonra, vurgulamaktadır:

“Fakat, yeni Türkiye’nin tarz-ı idaresini, siyasetini kuvvetini katiyen sarsamazlar.”Kaçak halifeyi (Vahdettin’i) tahtından indirmek, yenisini seçmek ve benzeri işlemlerde:
“…söylediğim nokta-i nazarlar dahilinde hareket zaruridir.”Mustafa Kemal, bu tümceden önce, “Hakimiyet hiçbir mâna, hiçbir şekil ve hiçbir renkte ve delâlette iştirak kabul etmez. Ünvanı Halife olsun, ne olursa olsun, hiç kimse bu milletin mukadderatında müşareket sahibi olamaz. Millet, buna katiyen müsaade edemez. Bunu teklif edecek hiçbir millet vekili bulunamaz” sözleriyle “nokta-i nazar”ı da saptamıştır.

(s. 430). Refet Paşa’nm Halife Abdülmecit’e “Konya” adında bir at armağan ettiğini bildiren, kardeşi Rifat Bey’e yazılmış mektubundan :

“Hayvanın taraf-ı Hilâfetpenahilerinden takdir edilmesini lûtf-i İlâhi telâkki ediyorum.
…sadık bir askerin gaza yadigârı olarak…
.. .Halife hazretlerinin en kalbi ve en ubudiyetkâr hislerle ellerini öptüğümün arz ve iblağı…
Konya’yı ve bu şifreyi Seryaver Sekip Bey’e … teslim ediniz.”

Seryaver Sekip Hakkı Bey’in, Trakya Fevkalâde Mümessili Refet Paşa Hazretleri’ne yazdığı yazıdan:
“…teyit buyurulan hissiyat-ı halisa-i musadıkperveriden…
…Cenab-î Cebrail, Hazret-i Fahr-i Kâinata (S. A. M.) tebliğ-i ri-salet eylediği gibi zat-ı devletiniz de Halife hazretlerine tebliğ-i vekâlet buyurduğunuzdan dolayı vücud-ı âliniz kendilerine bütün hayat-ı güzeştelerinin en mesut ve müteyem-men bir hâdiesesini daima ihtara vesile…
…Hilâfetpenah efendimizin hissiyat-ı hakikiye-i muhalâsat-kârane ve kadirşinasanehrine ne dereceye kadar tercüman olabileceğimi
…selâm-ı mahsus-ı zülullahi ve ed’iye-i hayriye-i vekâletpenahiyi tebliğ ve tebşir ile kesb-i şeref…”


(s. 431). Milletvekillerinden Şükrü Hoca (Çelikalay) ve arkadaşlarının, Halife sanı ile bir “hükümdar” ortaya koyma çabalarını, bu yolda yayın12 yaptıklarım işaret ettikten sonra, diyor ki:

“Fakat, bunca asırlarda olduğu gibi, bugün dahi, akvamın cehlinden ve taassubundan istifade ederek hiçbir türlü siyasi ve şahsi maksat ve menfaat temini için dini âlet ve vasıta olarak kullanmak teşebbüsünde bulunanların, dahil ve hariçte mevcudiyeti, bizi, bu zeminde söz söylemekten, maateessüf henüz müstağni bulundurmuyor. Beşeriyette, din hakkındaki ihtisas ve vukuf her türlü hurafelerden tecerrüt ederek, hakiki ulum ve fünün nurlarıyla mussaffa ve mükemmel oluncaya kadar, din oyunu aktörlerine, her yerde tesadüf olunacaktır.”

SAMİ N. ÖZERDİM[/INDENT]

Bu konuyu yazdır

  Humus (Nohut Ezmesi)
Yazar: ÐŽeşaren - 04-23-2011, Saat: 11:25 PM - Forum: Yemek Tarifleri - Yorum Yok

Malzemeler


Nohut 1 ¾ su bardağı 300 gram Su 3 su bardağı 600 gram Sarmısak 3 diş 10 gram Zeytinyağı 2/3 su bardağı 130 gram Tahin ½ su bardağı 100 gram


Limon suyu 2 yemek kaşığı 20 gram Tuz 2 tatlı kaşığı 12 gram Kırmızı biber 1 tatlı kaşığı 2 gram Maydanoz 1/6 tatlı kaşığı 10 gram Sumak ½ tatlı kaşığı 1 gram Kimyon ½ tatlı kaşığı 1 gram
Hazırlanışı


Nohutu yıka 2 su bardağı su ile bir gün önceden ıslat 1 su bardağı su daha ekleyip basınçlı tencerede iyice yumuşayıncaya değin yaklaşık 1 saat pişir pişme suyundan çıkarıp ezerek tel süzgeçten geçir


Sarmısağı soy yıka ez ½ su bardağı zeytinyağı tahin limon suyu tuz ve ½ tatlı kaşığı kırmızı biberle birlikte nohuta ekle pişme suyundan ½ çay bardağı koy karıştır servis tabağına al


Maydanozu yıka ayıkla yaprakları ile ezmeyi süsle aralarına sumak ve kimyon serp


Kalan yağı tavada ısıt kalan kırmızı biberi ekle bir iki kez karıştır ocağı kapat ezmenin üzerine gezdir

Bu konuyu yazdır

  "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir'' ne demektir?
Yazar: MaSaL - 04-23-2011, Saat: 11:19 PM - Forum: Mustafa Kemal Atatürk - Yorum Yok

Hayatta En Hakiki Mürşit Ilimdir ( Açiklamasi )

Atatürk' ün Bu Sözle Ne Demek Istediğini Anlatabilmek Için önce "mürşit" Sözünün Anlamını Açıklayalım
Mürşit Demek Doğru Yolu Gösteren, Kılavuz Demektir. Buna Göre, Insanların Ve Toplumların Hayatında En Gerçek Yol Gösterici, En Yanılgısız Kılavuz Bilim Oluyor. Simdi Bu Söz üzerinde Duralım. Bilim Yalnızca Gerçeği Arar Ve Ona Değer Verir. Gerçek Dışı şeylerin Bilimde Yeri Yoktur. O Halde, Bilimi Kendine Kılavuz Yapan Insan Ve Toplumlar Gerçeğin Yolunda Ilerlerler. Bu Yol Doğrunun, Doğruluğun Yoludur. Doğruluğun Olduğu Yerde De Iyilik Ve Güzellik Vardır. Insan Ya Da Toplum Bu Yolda Dünyayı, Geleceği Ve Her şeyi Olduğu Gibi Görebilir. Böyle Olunca Da Uygarlık Yarışında Güvenli Adımlarla Ilerler. Her Yeni Gün Bir Ilerleme, Bir Gelişme Ve Bir Kalkınma Günü Olur. çünkü Bu Yolda Tutuculuk Yoktur, Geri Kalma Yoktur. Akıl, Yeteneklerini Gerektiği Gibi Kullanabilir. Insan Bilgisizlikten, Bilgisizliğin Karanlığından Kurtulur. Yasadığı Hayatı Daha Iyi Tanır. Daha Iyi Yaşamanın Yollarını Bulur. Bilimin Yasaları Vardır Birtakım Varsayımlar, Kişisel Görüşler Ve Kalıplaşmış, Katı Düşüncelerin Bilim Diye Tanıtılması Her Zaman Olagelmiştir. Ama Bunlar Bilim Olmadığı Gibi Bilimin Ortaya Koyduğu Gerçeği De Hiçbir Zaman Değiştiremezler. Bilim Ancak Doğrunun Ve Gerçeğin Ortamında Oluşur. Ancak Onunla Iyiye Ve Güzele Gidilebilir. Böyle Olduğu Için, Bilim, Insanda Hoşgörü Yaratır. Katı Ve Kalıplaşmış Düşünceli, ön Fikirli Olmayan Insanlar Yetiştirme Ortamını Oluşturur Bilimin Verileri Ile Iyi Insan, Iyi Vatandaş Yetiştirme Olanakları Elde Edilebilir. Bilime Dayalı Gerçeklerle Yetiştirilmiş Insanlar Hiçbir Görüş Ve Düşüncenin Tutsağı Ve Yobazı Olmazlar. Bir ülke Bilimi Kendine Kılavuz Seçerse Her Alanda Büyük Ilerlemeler Gösterir. Dünya Uygarlık Düzeyinin üstüne çıkar.

Bu konuyu yazdır

  Atatürk’ün Spor Politikası
Yazar: MaSaL - 04-23-2011, Saat: 11:18 PM - Forum: Mustafa Kemal Atatürk - Yorum Yok

Cumhuriyet, fikren, ilmen ve bedenen kuvvetli ve yüksek seviyeli muhafızlar ister.
Türk çocuklarına sporun bugünkü tekniğini öğretmek ve bunlardan bir kısmını bazı törenlerde ve bayramlarda dekor olarak koymak gerekir.
Açık ve kat’i olarak söyleyeyim ki, sporda muvaffak olabilmek için her türlü yardımdan ziyade, bütün milletçe sporun mahiyetinin ve değerinin anlaşılmış olması gerekmekte, onu kalpte muhabbet ve vatani bir vazife olarak telakki eylemek lazımdır.
Spor, yalnız beden kabiliyetinin bir üstünlüğü sayılmaz. İdrak ve ahlak da bu işe yardım eder. Zeka ve kavrayışı kısa olan kuvvetliler, zeka kavrayışı yerinde olan daha az kuvvetlilerle başa çıkamazlar. Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim.
Zafer, zafer benimdir diyebilenin; başarı, başaracağım diye başlayanın ve başardım diyebilenindir.
Dünya spor hayatı ve spor dünyası çok mühimdir. Bu kadar mühim olan spor hayatı, bizim için daha mühimdir. Çünkü ırk meselesidir, ırkın ıslahı ve kişayişi meselesidir ve hatta biraz da medeniyet meselesidir.
Bütün millet ve memleket evlatlarını sportmen yapabilmek için sarfedilen çalışmanın ehemmiyet ve kudsiyeti aynı derecede kıymetli ve mühimdir.
Yorgunluk her insan, her mahluk için tabii bir haldir. Fakat insanda yorgunluğu yenebilecek manevi bir kuvvet vardır ki, işte bu kuvvet yorulanları dinlendirmeden yürütür.
Sizler, yani yeni Türkiye’nin genç evlatları, yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler asla ve asla yorulmazlar; Türk gençliği, gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir.
Her ulus çocuklarının sıhhatli ve gürbüz olmaları için yaşadıkları bölgenin sıhhi şartlarını temin etmek, devlet halinde bulunan siyasi teşekküllerin en birinci ödevidir…
Yurt savunması bakımından bu derece ehemmiyetli olan izcilik, ferdi ve milli eğitim bakımından da o nisbette önemlidir.
Spordan yoksun olan bir gençlik nasıl ki vatan müdafaası sırasında etkili olamıyorsa, insan denen varlığın kafa yapısı da ne derece tekamül ederse etsin, bedeni inkişafı noksan ve yetersiz olursa, o kafayı ileriye götüremez, taşıyamaz.
Muhterem Gençler,
[b]Hayat mücadeleden ibarettir. Bundan dolayı hayatta yalnız iki şey vardır: Galip gelmek ve mağlup olmak. Size Türk gençliğine tevdi ettiğimiz vicdan emaneti, yalnız ve daima galip olmaktır ve eminim daima galip olacaksınız. [/b]
Dünyada yenilmez kimse, yenilmeyen takım, yenilmeyen ordu, yenilmeyen kumandan yoktur. Yenilgilerden sonra üzülmek de tabiidir. Ancak bu üzüntü insanın maneviyatını yok edecek, onu çökertecek seviyeye varmamalıdır. Yenilen, toparlanarak kendini yeneni yenmek için olanca gücü ile, azimle daha çok çalışmalıdır.
Bir insan hayatında büyük bir muvaffakiyet kazanabilir. Fakat, yalnız onunla övünerek kalmak isterse, o muvaffakiyet de unutulmaya mahkumdur. Onun için çalışmak ve daima muvaffakiyet aramak, herkes için esas olmalıdır.
Müsbet ilimlerin temeline dayanan, güzel sanatları seven, fikir terbiyesinde olduğu kadar beden terbiyesinde de kabiliyeti artmış ve yükselmiş olan bahtiyar, kuvvetli bir nesil yetiştirmek siyasetimizin açık gayesidir.
En güzel coğrafi vaziyette ve üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye endüstrisi, ticareti ve sporu ile en ileri denizci millet yetiştirme kabiliyetindedir. Bu kabiliyetten istifade etmeyi bilmeliyiz.
Denizciliği Türk’ün büyük milli ülküsü olarak düşünmeli ve onu en kısa zamanda başarmalıyız.
Türk Çocuğu!
[b]Her işte olduğu gibi, havacılıkta da, en yüksek düzeyde, gökte, seni bekleyen yerini, az zamanda dolduracaksın. Bundan, gerçek dostlarımız sevinecek, Türk Ulusu mutlu olacaktır.[/b]

1915- Osmanlı Genç Cemiyetleri Başmüfettişi oldu. Hazırladığı raporda gençlerin köylerde de spor yapabilmesi için spor tesislerinin yapılmasını önerdi.
1918- Fenerbahçe Kulübü’nü 3 Mayıs günü ziyaret etti. Amacı Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’ya sevk edilecek silahların, kulübün arkasındaki Kurbağlıdere vasıtasıyla kaçırılışını planlamaktı. Silahların kaçırılış yolunu izlemek için, kulüpten tekneyle ayrıldı. Daha sonra da Samsun’a gidip Kurtuluş Savaşı’nı başlattı.
1920- Muhafız gücü, askeri bir spor kulübü olarak kuruldu. Çok ciddi başarılara imza attı. General İsmail Hakkı Tekçe, kuruluşundan itibaren 5 Eylül 1940 tarihine kadar hiç aralıksız yirmi yıl kulübün başkanlığını yaptı. Sporcuları arasında birçok generaller hatta Genelkurmay başkanları çıktı.
1921- Topraklarımızda faaliyet gösteren Genç Erkekler Hristiyan Birliği, spor karşılaşmaları ve organizasyonları düzenliyordu. Amacı, Türkiye’nin Amerikan mandasına girmesini sağlama propagandasıydı. Atatürk; bu oluşuma karşı Türkiye İdman İttifakları Cemiyeti’nin güçlenmesi için, mali katkıda bulundu. Güçlenmesini sağladı.
1921 Lozan görüşmeleri sırasında, Türkiye’ye uygulanan Olimpiyat ambargosunu kaldırttı.
1922 Bizi zafere götürecek Büyük Taarruz’un başlayacağı tarih ve saati komutanlarına bildirmek için, Birinci ve İkinci Ordu arasındaki final maçı için Akşehir’e gitti. Hayatında seyrettiği ilk futbol maçı Türkiye’nin tarihinin ve talihinin değiştiği stratejik bir maçtı.
1923 Osmanlı Genç Dernekleri Başmüfettişi iken önerdiği ancak yaşama geçirilemeyen projelerini bu tarihte çıkardığı Köy Kanunu ile devreye soktu. Köylere tesis yapmaya mali gücü yetmese de güreşlerin yapılmasını zorunlu kıldı.
1924 -Tam 14 yıl boyunca ardı ardına düzenli olarak devam edecek olan ilk Spor Kongresi’ni topladı.
1924- Türkiye daha önce katıldığı Olimpiyatlarda, sporcuları yarışmasına rağmen devlet statüsünde değerlendirilmiyordu. Kişisel başvurular kabul ediliyordu. 1912 ve 1916 Olimpiyatlarına böyle katılmıştık. 1920′de ise kişisel başvurulara savaş suçlusu olarak boykot yedik. Atatürk’ün ısrarı üzerine, görüşmelerde hem boykot kaldırıldı hem de Türkiye’nin ilk kez devlet satüsünde katılması kabul edildi. Böylece 1924 Paris Olimpiyatlarına resmi statüde ilk kez katılmış olduk. Birinci Dünya Savaşını kaybeden Almanya ve İtalya gibi ülkeler, kendilerine dayatılan her türlü andlaşmaya imza atmak zorunda kaldılar. Savaşı kaybeden ülkeler grubunda yer almasına rağmen Türkiye ise, antlaşma için şart koşan ve önerileri kabul edilen tek ülke oldu.
1925- At ve At Yarışı İslah Encümeni’ni kurdu. Ankara Hipodrumu’nu inşa ettirdi.
1925- Altay Kulübünü ziyaret etti. Daha sonraki yıllarda Altay’ın İngiliz Donanması’nı 1-0 yendiği maçta büyük sevinç duymuş, soyadı kanunu çıktıktan sonra bu maçı birlikte izlediği Fahrettin Paşa’ya Altay soyadını vermişti.
1926- Atatürk’ün isteği ve Ömer Besim Koşalay’ın çabalarıyla ilk bayan atletlerimiz faaliyetlere başladı. Nermin Tahsin, Emine Abdullah, Mübeccel Hüsamettin, Türk kadınlarının ilk sporcuları olarak tarihe geçti.
1927- Kürekte Şerefnur, Vecihe, Leyla, Melahat, Nevlihal ve Kamran hanımlar devreye girdi. Teniste ise Vecihe Taşçı, Mediha Bayar, Adriyel Satak ve Hidayet Karacan gibi balanlar ön plana çıktı. Dünya’da bayanların ilk kez 1928 yılında Olimpiyata katıldığı göz önüne alınırsa, Atatürk’ün Türk bayanlarını spora sokma açısından oldukça erken davrandığını görülür.
1927- At yarışlarının en büyüğü Gazi Koşusu’nu başlattı.
1928- Türk futbolunda Gençler Ligi’ni ilk defa Atatürk başlattı. Ölümü ile birlikte kaldırıldı. Leblebi Mehmet, Olimpiyatlarda futbol oynamış ilk ve tek Türk futbolcudur.
1930- Türkiye Binicilik Federasyonu’nu kurdurdu. O dönemde kazanılan başarılara bugünlerde hala ulaşılamadı.
1930- Galatasaray Lisesi’ni ziyaretinde spor salonu olmadığını gördü. Yakında cami bulunduğu için mescidin yerine spor salonu yapılmasını istedi.
1931- New York’tan hareket ederek, Okyanusu geçip İstanbul’a inerek dünya rekoru kıran Amerikalı havacıları Yalova’da kabul etti. Rekor denemesinin tüm masraflarını Türkiye karşıladı. Türkiye tarihindeki ilk sponsorluk Atatürk’e nasip oldu.
1932- Çocuk Esirgeme Kurumu yararına Ankara’da düzenlenen güreşleri seyretti. Burada rastladığı Kurtdereli Mehmet Pehlivan’ın maddi sıkıntılar içinde olduğunu öğrenince dönemin çok büyük parası olan bin liralık maddi destekte bulundu. İş Bankası tarafından ödenen bu para Atatürk’ün emriyle kendi maaşından kesildi.
1932- Katıldığı Uluslararası Nice Kupası’nda ikinci olan binici Saim Polatkan’a, Çankaya isimli atı iki yıllık iaşe bedeliyle armağan etti.
1933- Çankaya adlı atla Ankara’daki konkurhipik yarışlarına gayrı resmi olarak katıldı. Parkuru engel devirmeden tamamladı.
1935- Anadolu ve Rumeli Fenerleri tahlisiye istasyonları arasında, Oxford-Cambridge arasındaki rekabete benzeyen kürek yarışları vardı. Kabotaj Bayramları nedeniyle yapılan bu yarışları düzenli olarak izlemeye başladı.
1935- Türk Havacılık sporuna çok önemli bir katkı sağlayacak Türk Kuşu’nu kurdu.
1935- Beşiktaş Kulübü Başkanı Ahmet Fetgeri’nin 19 Mayıs’ın Gençlik ve Spor Bayramı olarak her yıl kutlanma önerisini kabul etti.
1936- Berlin Olimpiyatları’nda ilk altın madalya kazanan güreşçi Yaşar Erkan’a çektiği telgrafta, şükran duygularını sundu..
1936- Fenerbahçe Kulübü’nün Kalamış koyuna bakan kısmına spor tesisi dışında hiçbir tesis yapılmamasını şart koştu. F.Bahçe ve G.Saray’ın bugün o bölgede sahip olduğu tesisler, Atatürk’ün vasiyeti sonucudur.
1938- Binicilikteki Mussolini Kupası’nı kazanan ekipteki dört sporcu, Atatürk’ün süvarileri olarak tarihe geçti.
1938- Son defa 19 Mayıs gösterilerini izledi. Bu onun halk içinde olduğu son törendi..

Bu konuyu yazdır

  Atatürk’ün, Sömürülen Insanlar Üzerindeki Etkisi
Yazar: MaSaL - 04-23-2011, Saat: 11:17 PM - Forum: Mustafa Kemal Atatürk - Yorum Yok

Mustafa Kemal ve Ezilen Dünya İnsanları Üzerindeki Etkisi

Osmanlı imparatorluğu topraklarını paylaştırma olayı, sadece 1.Cihan Harbi galiplerinin Türkiye’yi kendi istedikleri şekilde parçalamayı başaramamaları olarak değerlendirilmemelidir.
Çapı çok daha büyük, çok daha şümullüdür. Dünya çapında tarihsel bir olay gerçekleşmiş ve Emperyalizm ilk defa durdurulmuş ve sonra da hiç olmazsa Dünya’nın bir yöresinde, Anadolu ve Doğu Trakya’da çekilmek mecburiyetinde kalmıştır. Orta Doğu’da olduğu gibi Asya ve Afrika’da sömürge olarak ezilen ulusların beynindeki “Emperyalizm’in Yenilmezliği” anlayışı değişmeye başlamıştır. O günlerde özellikle Emperyalist Âlemde, yenilgi sonrası İngiltere ve Yunanistan’da meydana gelen siyasi gelişmeler bütün Dünyanın dikkatini çekiyordu.

Yunanistan’da bir askeri darbe yapıldı. Kral Konstantin 27 Eylül’de genel isteğe uyarak tahtını terk etti. Yerine getirilen II. George 28 Eylül’de ant içti. Venizelos’dan müttefik devletlerle ilişkilerde Yunanistan’ı temsil etmesi istendi. İhtilalciler 19 Ekim 1922′de General Pangalos’un başkanlığında, Anadolu felaketinin sorumlularını incelemek üzere bir araştırma komitesi kurdular. 23 Ekimde Bakanların özel bir savaş divanı tarafından yargılanacakları basında açıklandı. Savaş Divanı 13 Kasım’da, Parlamento binasında ilk duruşmaya başladı ve 28 Kasım günü sabah’ın erken saatlerinde (06.30) kararını açıkladı. Sanıklardan sekizi de vatana ihanetten suçlu bulundu. Başbakan Dimitrios Gounaris, İçişleri Bakanı Nikolaos Strotos, Petros Protopapadakis (1922 Mayısında kralcı koalisyon hükümetinin son Başbakanı) Georgios Baltazzis (İzmir doğumlu, 1921–22 yıllarında Dişişleri Bakanı), Nikolaos Theotukis (1921–22 yıllarında Savunma Bakanı) ve General Georgios Hacı Anesti (Anadolu’daki Yunan Kuvvetleri Başkomutanı) ölüme mahkûm edildiler. Xenephon Stratigos (Gounaris hükümetinde Genelkurmay Başkan Yardımcılığı, 1922′de Ulaştırma Bakanı) ve Goudas da ömür boyu hapse mahkûm edildiler. (1) Ölüm cezası aynı gün suçluların kurşuna dizilmesiyle yerine getirildi. Venizelos şansı sayesinde kurtulmuştu ve Yunanlılar için yeniden umut ışığı oldu ve yıldızı parladı.

İngiltere’de 15 Kasım genel seçimlerinde Muhafazakârlar Avam Kamarasında çoğunluğu kazandı. Bu seçimde Liberallerden W.Churchill de, Dundee seçim bölgesinde seçimi kaybetmişti. Koalisyon’un Liberal liderleri arasında yerini koruyan bir tek Lloyd George oldu. Ama o da bir daha kabineye giremedi. (2) “Çanakkale’deki Lord Kitchener ve Winston Churchill gibi o da politik varlığının Ortadoğu (Türkler) tarafından yıkıldığını görmüştü.” (3) Bütün bu başarısızlıkların nedeni aynı kişi olmuştu. Genç Türk Generali Mustafa Kemal; Batılıların bütün gücüne ve avantajlarına rağmen Emperyalistlerin hayallerini yıkmış, Anadolu ve Trakya’nın Hıristiyanlaştırılmasını, sömürgeleştirilmesini önlediği gibi, Osmanlı Devletinin enkazı arasından genç ve yeni modern bir devlet kurmayı başarabilmiş, adeta inanılmaz bir mucize gerçekleştirmişti.

Tabii ki bütün bu gelişmeler belirli bir dönemin sonunu getirirken, yeni bir dönemi, “Özgürlükler Dönemini” başlatmıştır. Bu yeni dönemi başlatanlar bu sefer Avrupalılar değil Türklerdir. Avrupa ve Hıristiyan batı dünyası Türkler için zor şartları oluşturmaya çalışmışlar, ancak gördükleri direnç ve akıllı stratejiler sonunda başarılı olamamışlardır. Onları başarısızlığa uğratan, 1922′de 41 yaşına gelmiş olan Mustafa Kemal; artık ezilen bütün dünya insanları için bir umut, bir ışık, bir özgürlük temsilcisi olmuştur. Bu konuda bazı izlenimler O’nun sadece Türk ve Müslümanlar için değil, diğer uluslar için ne anlam taşıdığını açıklamaya yeterli olacaktır.

Osmanlı yenilgisinin ve mütarekenin şoka uğrattığı İslam Dünyası, 1919 baharından itibaren Türkiye’deki olayları büyük bir dikkatle izlemeye başladı. O güne kadar tanınmamış biri olan Mustafa Kemal’i keşfetti (daha önceki kahraman Enver Paşa idi) ve Mustafa Kemal’in Avrupa’ya meydan okuyuşunu heyecanla izlemeye başladılar. Ege’de Yunan işgali, Müttefik birliklerin İstanbul’a girişi, Sevres Anlaşması, İslâm toplumlarının Türklerle dayanışmaya girmelerinin çeşitli nedenlerini oluşturuyordu. Bu cümleden olmak üzere, Tunus’ta Türkiye olayları çok yakından izleniyordu. İstanbul’un İngilizler tarafından işgalini protesto amacıyla Mart 1920′de kralın sarayının önünde bir gösteri düzenlendi. Bu olaylar dizisi içinde, Sakarya Meydan Muharebesi (Eylül 1921) tartışmasız dönüm noktasını oluşturdu. Türklerin Yunanlılara ve bunların arkasındaki İngiliz emperyalizmine karşı zaferi, sömürgeleştirilmiş Müslüman halklara, Avrupa’ya kafa tutulabileceği duygusunu veriyordu. İngiltere yenilmez değildir. Ajitasyon Türklerin başarısı tarafından özendirildi.

Tunus’ta olduğu gibi Suriye’de de gazeteler Kemalistlerin lehinde aktif bir kampanya yürüttüler. Mustafa Kemal’in ve Halifenin etrafında toplanmayı savundular. Zaferin ilanı, Tunus kentinde gösterilere yol açtı. Türklerin davasına duyulan sempati, giderek İslâm Dünyasının kurtuluşu biçiminde daha genel bir umuda dönüşüyordu.

Ancak Türklerin lehine yapılan en gösterişli dayanışma toplantıları Anadolu’yu yeniden fetheden Türk birliklerinin İzmir’e girişi (Eylül 1922) dolayısıyla yapıldı. İslâm Dünyası, Fas’tan Endonezya’ya kadar toplantılar düzenleyerek, mitingler yaparak Türklerin zaferinden duyduğu sevinci ortaya koydu. Filistin’de, Şam’da, Tunus’ta, Hindistan Müslümanları arasında, Yemen’de ve Hatta Etiyopya’da Adis Ababa’daki Müslüman halk arasında düzenlenen gösteriler hakkında tanıklar vardır. Türklerin zaferi ilan edilince Kudüs Mustafa Kemal’in resimleriyle donatılıyor, Gazze’de, Nablus’ta pencerelere Türk Bayrakları asılıyor, camilerde dualar okunuyor ve Kudüs’teki El Aksa camiinde büyük bir toplantı yapılıyordu… Malezya’da Hintli Müslümanlar tarafından işletilen dükkânlar Mustafa Kemal’in resimlerini satıyor ve Malezyalı gençler bunlardan yüzlerce satın alıyorlardı. M. Kemal’in portresi, tıpkı (Enver) Sedat’ın Kahire’deki evinde olduğu gibi; Türk dostu çevrelerde boy gösteriyordu. Öyle anlaşılıyor ki, Pakistan’daki eski ailelerin çatı katlarında günümüzde bile (1980′lerde) bu resimlere rastlanıyor.” (4)
“Mısır’dan Hindistan’a kadar bütün İslam diyarında, köylüler O’nu Allah’ın sevgilisi, din adamları imanın kılıcı, siyaset adamları Doğunun devrimcisi diye andılar.” (5)

Bu günlerde gelişmeleri çok yakından izleyen bir Fransız basın mensubu Pierre Benoit şahit olduğu olayları şu sözlerle anlatmaktadır:
“Bazı Arap ülkelerinde gençler, başlattıkları hürriyet mücadelelerinde, kendilerini durdurmak için açılan ateşler karşısında semayı dalgalandıran bir gürleyişle coşkun ve korkusuzca haykırıyor ve “Yaşasın Mustafa Kemal” diye bağırıyorlardı.”
Hürriyet mücadelelerinin dışında Atatürk’ün yaptığı reformlar da özellikle Müslim ve Gayrı Müslim topluluklar için emsal teşkil etmiş, gelişmekte olan birçok ülke lideri onun reformlarını örnek alarak kendi uluslarının gelişmesine katkı sağlamışlardır. Bu konudaki en somut örneklerden biri Tunus Devlet
Başkanlarından Habib Burgibadır. Burgiba görüşlerini şu sözlerle dile getirmiştir.
“Mustafa kemalin kişiliği, halk kitlelerinin ayaklanması ve halk mücadelelerinin önderi olmuştur. Bu mücadeleler onun ölümünden sonra genişlemiş, pek çok Üçüncü Dünya ülkesini esaretten kurtarmıştır.”

1939 yılında Hindistan Meclis Başkanı olan Sir Abdurrahim de şu sözlerle paralel bir görüşü ortaya koyuyor ve:
” O, uğraşılarıyla yalnız Türkiye’de değil, bütün Doğu Dünyasına kurtuluş yolunu göstermiştir. O Tarih büyüğünün, o Türk kahramanının, o Doğunun kurtuluş ve uygarlık önderinin eserlerini her zaman sevgi ve saygı ile anacağız” diyordu.

Bu konuda Çin Basınının görüşü de şöyledir:
“Atatürk istilaları nasıl bir ruhla ve ne gibi vasıtalarla püskürttüğünü bize göstermek yoluyla ulusal kurtuluşun yöntemini göstermiştir. O’nun düşünüş ve tutumunun kalplerimizde her an canlı kalacağını, ulusal bağımsızlığımızda bize güç ve destek olacağını düşünüyoruz.”
Bir Macar Gazetesi Pester Lloyd 1938′de Atatürk’ün ölümü nedeni ile yazdığı bir başyazısında :
“Dünya bu harp ve barış kahramanı büyük adamın ölümü ile yoksul düşmüştür. Güçlükleri ve zorlukları yenme kararı ve aman bilmeyen savaş galiplerinin yenilenlere uygulamaya çalıştıkları Pranga Siyasetini ilk kıran Atatürk olmuştur.”
Sözleri ile genel kanısını belirtiyordu.

Atatürk’ün sadece Türk insanı için değil, bütün insanlık âlemi için attığı en büyük adımlardan biri bize göre “Kadın Hakları” konusunda yaptığı reformlar ve atılımlardır. Günümüzde ne yazık ki dinsel inanışlar bahane edilerek yeniden yok edilmeğe çalışılan bu reformlar, o dönemde sadece Türk Kadınlarını değil bütün dünya kadınlığını tam bir özgürlüğe ulaştırmağa çalışıyordu. Bu konuda birkaç örnek vermek isteriz.
1938 yılında Uluslararası Kadınlar Birliği Romanya delegesi olan Prenses Aleksandrina Cantacuzene
“Atatürk, dünya üzerinde yeni bir dönem açmış bir insandır. Ben onun Türk Kadınına verdiği haklarla, bir ülkede Anayı layık olduğu yüceliğe eriştirip Batıya ders verdiğini nasıl unuturum.”

Derken, Tunus Milletvekili ve Kadınlar Birliği Başkanı Radhia Haddad da
“Atatürk’ün anısı yalnız Türk kadınlarının değil, özgürlük ve gelişme aşığı bütün dünya kadınlarının gönlünde sonsuza dek yaşayacaktır.”
Sözleri ile Atatürk’ün yaptıklarının kadın dünyası için ne kadar önemli ve örnek bir hareket olduğunu vurguluyordu.

Atatürk’ün ve reformlarının özellikle Ortadoğu ve İslam ülkeleri için ne anlam ifade ettiğini ve yazımızı Mısırlı bir yazar M.M. Muşarrafa’nın sözleri ile noktalamak istiyoruz.
“Atatürk’ün Doğu için değeri somut ve olumludur. Çünkü o bize, kültürce Batının etkileri altında kalıp boğuluruz diye korktuğumuz korkuların temelsiz olduğunu göstermiştir. O Doğulu uluslara, ulusal bütünlüklerini yitirmeden, kendi değerlerini yeni durumlara nasıl uygulayacaklarını göstermiştir.”


Dr. M. Galip BAYSAN


DİPNOTLAR:

(1) Michael Llewellyn Smith, Anadolu Üzerindeki Göz S.352.354.365–374 ( Hürriyet Yayınları, İstanbul–1978)
(2) David Fromkin: A Peace to End All Peace, The Fall of The Otoman Empire And The Creation of The Modern Middle East S.560. ( Avon Boks, New York–1990: Türkçesi Barışa Son Veren Barış 1914–1922, Sabah Yayınları, İstanbul)
(3) Aynı Eser, S.560–561. War Memoirs of David Lloyd George, V.I, p.1050–1051, London, Colhams Press Limitet.
(4) François Georgeon ve İskender Gökalp: Kemalizm ve İslâm Dünyası, S.25- 27 (Çev. Cüneyt Akalın, Arba, İstanbul –1990).
(5) Selahaddin Çiller, Atatürk İçin Diyorlar ki; S.95, Fransız Gazeteci Marcel Sauvage, Cumhuriyet, 5 Ağustos 1935 (Varlık Yayınevi, İstanbul –1965).

Bu konuyu yazdır

  Atatürk'ün Türk Diline Yaptığı Hizmetler
Yazar: MaSaL - 04-23-2011, Saat: 11:13 PM - Forum: Mustafa Kemal Atatürk - Yorum Yok

[INDENT] "Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması milli hissin inkişafında (gelişmesinde) başlıca müessirdir(etkendir). Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır."

Diyerek Harf İnklabı yapmış ve ardından da Dil İnkılabı ve Türk Dil Kurumu'nun Kurulması içintalimat vermiştir.

Harf İnklabı

Bu eğitim hamlesinin önemli bir aşaması da harf inkılabıdır. Bu inkılapla, Arap alfabesi terk edilmiş ve Batı medeniyetine açılımı sağlayan Latin harfleri kullanılmaya başlanmıştır.

Arap alfabesi, yüzyıllardır kullanılmasına rağmen, Türk dilinin tam olarak ifade edilmesinde yeterli olmamaktaydı. Örneğin, Türkçede sekiz sesli harf varken bu sayı Arapçada üçtür.

Türkçenin, Latin harfleriyle yazılması için çeşitli girişimler başlatılmışsa da bu çabalar, tepkiler yüzünden yarıda kalmıştır. II. Meşrutiyet'den sonraki ciddi çalışmalar, Atatürk tarafından esas anlamıyla hayata geçirilmiştir.

Harf devrimine ilk olarak, 1923'teki İzmir İktisat Kongresi'nde temas edilmiş, Mustafa Kemal'in direktifleriyle 1927 yılından itibaren ciddi bir hazırlık dönemi başlamıştır. Atatürk, 9 Ağustos 1928'de, yeni Türk harflerinin kabul edileceğini açıklamıştır. Bu konuda: "Vatandaşlar, yeni Türk harflerini çabuk öğreniniz... Bütün millete, köylüye, çobana, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu bir yurtseverlik ve milliyetçilik görevi biliniz" diyen Mustafa Kemal, sözlerine şöyle devam etmiştir:

"Bu vazifeyi yaparken düşününüz ki, bir milletin, bir heyet-i içtimaiyenin yüzde onu, yirmisi okuma yazma bilir, yüzde sekseni, doksanı bilmezse bu ayıptır. Bundan insan olanların utanması lazımdır. Bu millet utanmak için yaratılmış bir millet değildir. İftihar etmek için yaratılmış, tarihini iftiharla doldurmuş bir millettir. Fakat milletin yüzde sekseni okuma yazma bilmiyorsa, bu hata bizim değildir. Türk'ün seciyesini anlamayarak kafasını bir takım zincirlerle saranlarındır.

Artık mazinin hatalarını kökünden temizlemek zamanındayız. Hataları tashih edeceğiz. Bu hataların tashih olunmasında bütün vatandaşların faaliyetini isterim. En nihayet bir sene içinde bütün Türk heyet-i içtimaiyesi yeni harfleri öğrenecektir. Milletimiz yazısıyla, kafasıyla, bütün medeni dünyanın yanında olduğunu gösterecektir."


Atatürk, harf devrimi konusundaki gelişmeleri görmek için gezilere çıkmış, halkın yeni harfleri öğrenmesi için, bir öğretmen olarak onlara öncülük etmiş ve "Başöğretmen" olarak anılmıştır.

Yeni harflerin kullanımıyla ilgili yasa 3 Kasım 1928'de yürürlüğe girmiş, böylece Türkçe, Latin harfleriyle yazılmaya başlanmıştır. Atatürk, devrimin başarısını şu sözleriyle belirtmiştir:

"Arap harfleriyle hiç yazmak, okumak bilmeyenlerin Türk harfleriyle derhal ünsiyet etmiş olduklarını gördüm...Yüce Türk miletinin hayırlı olduğuna kanaat getirdiği bu yazı meselesinde bu kadar yüksek şuur ve intikal, bilhassa istical göstermekte olduğunu görmek benim için cidden büyük bir saadettir. Az zaman sonra, yeni Türk harfleriyle gözler kamaştırıcı Türk manevi inkişafını vasıl olabileceği kudret ve itibarın beynelmilel seviyesini gözlerini kapayarak şimdiden o kadar parlak görüyorum ki, bu manzara beni kendimden geçiriyor."

Dil İnkılabı ve Türk Dil Kurumu'nun (T.D.K.) Kuruluşu

Misak-ı Milli'yle belirlenen vatan topraklarında yaşayan Türk Milletini birleştiren unsurlardan birisi de dildir. Dil, milli yapıyı oluşturan ve sağlamlaştıran bir bağdır. Yeni Cumhuriyet'in tam bağımsızlığının sağlanması ve korunması için, dilinin yabancı dillerin etkisinden kurtarılması gerekmektedir.

Türk dili konusunda, Selçuklulardan bu yana sorunlar yaşanmaktaydı. Yazım diliyle, konuşma dili arasında büyük bir fark bulunuyor; bilim dili olarak da Acemce veya Arapça kullanılıyordu. Ayrıca çeşitli etnik gruplar, günlük konuşmada farklı dilleri kullanıyorlardı.

Cumhuriyet kurulduktan sonra, Türk dili konusunda önemli çalışmalar yapılmaya başlandı. Bu amaçla bir kurum oluşturulmasına karar verildi. Atatürk, dil konusunun Türk halkı için ne kadar önemli olduğunu şu sözleriyle belirtmiştir:

"Türk demek dil demektir. Milliyetin çok bariz vasıflarından birisi dildir. Türk Milletindenim diyen insanlar herşeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk harsına, camiasına mensubiyetini iddia ederse buna inanmak doğru olmaz."

Atatürk, Türk dilini milli benliğine kavuşturmak ve zenginleştirerek, bir kültür dili haline getirmek için, Semih Rıfat, Ruşen Eşref (Ünaydın), Celal Sahir (Erozan), Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) ile birlikte 12 Temmuz 1932'de Türk Dili Tetkik Cemiyeti'ni (Türk Dil Kurumu) kurmuştur.

Atatürk, Türk Dili Tetkik Cemiyetini kurduğu 1932 yılında TBMM'nin dördüncü dönem, ikinci toplanma yılının açılış konuşmasında; "Milli kültürün her çığırda açılarak yükselmesini Türk Cumhuriyeti'nin temel dileği olarak temin edeceğiz. Türk dilinin, kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için, bütün devlet teşkilatımızın, dikkatli, alakalı olmasını isteriz." , diye konuşmuş, bu konuda devletin de üzerine düşen vazifeleri yerine getireceğini belirterek hassasiyetlerini bildirmiştir.

26 Eylül 1932'de Dolmabahçe Sarayında toplanan Birinci Türk Dil Kurultayı, kurumun çalışma programını kapsayan şu maddeleri tespit etti:

1. Türk dilinin başka dil aileleriyle karşılaştırılması

2. Türk dilinin tarihi ve karşılaştırmalı gramerlerinin yazılması

3. Anadolu ve Rumeli ağızlarından olan kelimelerin derlenmesi, Osmanlıca kelimelere Türkçe karşılıklar bulunması,

4. Türkçe bir sözlük hazırlanması,

5. Kurumun organı olarak bir derginin yayımlanması,

6. Türk dili üstüne yazılmış yerli ve yabancı eserlerin toplanması ve gerekenlerin çevrilmesi,

7. Terimlerin Türkçeleştirilmesi.
[/INDENT]

Bu konuyu yazdır

  Tarih: 11-26-2025, 10:07 AM