:: Duygusuz.com - Dostluk ve Arkadaşlık Sitesi

Orjinalini görmek için tıklayınız: Hayata Dair
Şu anda (Arşiv) modunu görüntülemektesiniz. Orjinal Sürümü Görüntüle internal link
Sayfalar: 1 2 3 4 5 6 7 8 9
birkaç ders...
Okuldaki ikinci ayımda, hocamız test sorularını dağıttı.
Ben okulun en iyi ögrencilerinden biriydim.
Son soruya kadar soluk almadan geldim ve orada çakıldım kaldım.
Son soru söyleydi :
'Hergün okulu temizleyen hademe kadının ilk adı nedır ?'
Bu her halde bir çeşit şaka olmalıydı.

Kadını, yerleri sılerken, hemen hergün görüyordum.
Uzun boylu, siyah saçlı bir kadındı.
50'lerinde falan olmalıydı.
Ama adını nerden bilecektim ki !
Son soruyu yanıtsız bırakıp kağıdı teslim ettim.
Süre biterken bir öğrenci, son sorunun test sonuclarına dahil olup olmadığını sordu.
'Tabii, dahil' dedi, Hocamız...
'İş yaşamınız boyunca insanlarla karşılaşacaksınız.

Hepsi birbirinden farklı insanlar.
Ama hepsi sizin ilginiz ve dikkatinizi hak eden insanlar bunlar.
Onlara sadece gülümsemeniz ve 'Merhaba' demeniz gerekse bile...'
Bu dersi hayatım boyunca unutmadım.

Hademenin adını da... Fadime idi.


İkinci Ders :

Bir gece vakit gece-yarısına doğru Alabama Otoyolunun kenarında duran bir zenci kadın gördüm. Bardaktan boşanırca yağan yağmura rağmen, bozulan arabasının dışında duruyor ve dikkati çekmeye çalışıyordu.

Geçen her arabaya el sallıyordu.
Yanında durdum. 60'lı yıllarda bir beyazın bir zenciye, hem de Alabama'da, yardıma kalkışması pek olağan şeylerden değildi.
Onu kente kadar götürdüm.
Bir taksi durağına bıraktım.
Ayrılırken ille de adresimi istedi, verdim.
Bir hafta sonra, kapım çalındı.
Muazzam bir konsol televizyon indiriyordu adamlar.
Bir de not ekliydi, armağanda...
'Geçen gece otoyolda bana yardımınıza teşekkür ederim.

O korkunç yağmur sadece elbiselerimi değil, ruhumu da sırılsıklam etmişti.
Kendime güvenimi yitirmek üzereydim, siz çıka geldiniz.
Sizin sayenizde ölmekte olan kocamın yatağının baş ucuna zamanında ulaşmayı başardım.
Biraz sonra son nefesini verdi.
Allah bana yardım eden sizi ve başkalarına karşılık beklemeksizin yardım eden herkesi korusun...
En İyi Dileklerimle,
Bayan Nat King Coll.'



Üçüncü Ders :

Size Hizmet Edenleri Hep Hatırlayın...

Bir pastanın üç otuz paraya satıldığı günlerde 10 yaşında bir çocuk pastaneye girdi.

Garson kız hemen koştu...
Çocuk sordu:
'Çikolatalı pasta kaç para ?'
'50 Cent.'

Çocuk cebinden çıkardığı bozukları saydı.

Bir daha sordu:
'Peki, Dondurma Ne Kadar ?'
'35 Cent.' dedi garson kız, sabırsızlıkla.

Dükkanda yığınla müşteri vardı ve kız hepsine tek başına koşuşturuyordu.
Bu çocukla daha ne kadar vakit geçirebilirdi ki...
Çocuk parasını bir daha saydı ve

'Bir dondurma alabilir miyim, lütfen ?' dedi.
Kız dondurmayı getirdi.

Fişi tabağın kenarına koydu ve öteki masaya koştu.
Çocuk dondurmasını bitirdi.
Fişi kasaya ödedi.
Garson kız masayı temizlemek üzere geldiğinde, gözleri doldu, birden.
Masayı sanki akan gözyaşları temizleyecekti.
Boş dondurma tabağının yanında çocuğun bıraktığı
15 Cent'lik bahşiş duruyordu..


Dördüncü Ders :

Yolumuzdaki Engeller...

Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu.

Bakalım neler olacak diye gözlüyor...
Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar.
Hepsi kayanın etrafından dolaşıp saraya girdiler.
Pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirdi.
Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu.
Sonunda bir köylü çıkageldi.

Saraya meyve ve sebze getiriyordu.
Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına sıkına itmeye başladı.
Kan ter içinde kaldı ama, sonunda, kayayı da yolun kenarına çekti.
Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde birkesenin durduğunu gördü.
Açtı...

Kese altın doluydu.
Bir de kralın notu vardı içinde...
'Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir.' diyordu kral.

Köylü, bü gün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı.
'Her engel, yaşam koşullarınızı daha iyileştirecek bir fırsattır.'


Beşinci Ders :

Önemli Olan Vermektir..

Yıllar önce hastanede çalışırken, ağır hasta bir kız getirdiler.

Tek yaşama şansı, beş yaşındaki kardeşinden alınacal olan acil kan nakli idi.
Küçük oğlan aynı hastalıktan mucizevi bir şekilde kurtulmuş ve kanında o hastalığın
mikroplarını yok eden antikorlar oluşmuştu.

Doktor durumu beş yaşındaki oğlana anlattı ve ablasına kan verip vermeyeceğini sordu.
Küçük çocuk bir anduraksadı.
Sonra derin bir nefes aldı ve 'Eğer kurtulacaksa, veririm kanımı' dedi.
Kan nakli yapılırken, ablasının gözlerinin içine bakıyor ve gülümsüyordu.

Kızın yanaklarına yeniden renk gelmeye başlamıştı, ama küçük çocuğun yüzü de
giderek soluyordu...
Gülümsemesi de yok oldu.

Titreyen bir sesle doktora sordu :
'Hemen mi öleceğim ?'
Ufaklık, doktoru yanlış anlamıştı, ablasına vücudundaki bütün kanı verip, öleceğini düşünüyordu.
(Buna rağmen kan vermişti.)
Bazılarını biliyorum..

Güzel paylaşımlar.. Anlaşılan bunlarıda okicam fırsat buluncaTongue .. Bence böyle yazıları okumak kitap okumaktan daha iyi. Bişeyler öğreniyorsun ve ibret alıyorsun..

Tşkler Smile
Belki uzun, belki kısa bir yoldasınız..

Her başarısızlık sizin için birer KAVŞAK


Endişeleriniz bir VİRAJ


Arkadaşlarınız bazen GAZ PEDALI olur bazen de FREN.. Düşmanlarınız trafik ışıklarındaki KIRMIZI

Aileniz ise yolunuzdaki UYARI TABELALARI İş hayatınız ise ENGEBELİ BİR ARAZİ.. Ama

Deponuz PRENSİPLERİNİZ ile doluysa..

Motorunuz İRADENİZ kadar sağlamsa..

İnandığınız her şey SİGORTANIZ olmuşsa..

Ve yan koltukta YARADANIN varlığını her zaman hissediyorsanız..

Dilediğiniz Yere Mutlaka Varacaksınız...
HAYATIN İÇİNDEN
KAHVE MOLASI



Ey gönül 1
Ey gönül, hayat sürprizlerle doludur. Kimi zaman saadeti kaybetmenin hasretiyle kavrulurken, kimi zaman da ummadığın bir saadetin tebessümüyle sürur bulursun. Çektiğin ıstıraplar, elemler ve tarifsiz kederlere sabretmenin ateşiyle pişer, bir zaman sonra o ateşte lezzet bulursunun.

Bu yüzden ey gönül, ateşten korkma! Sabrın sineleri yakan o lahuti ateşinde piş ki, lezzet bulasın. İşte ey gönül, çoğu bela ve musibetlerin değişmez kaderimiz olması, bütün çabalarımıza rağmen korku ve endişenin o müziç çemberi içinde sabra mahkûm edilişimiz, bu diyarda hep böyle mahzun kalışımız hep bundan: Güneş yakacak, meyveler sabırla olgunlaşacak...

Tohum toprağın derinliklerinde sabra mahkûm; sen dünya denen şu çileler, elemler, ayrılıklar, hasretler yurdunda... Tohum, bir müddet toprağın karanlıklarında kalmaya tahammül edecek. Çürüyecek; çürürken, canını toprağa katarken sabredecek, sabrın acısına katlanacak, sonra filiz verecek, hasretini çektiği gün ışığına kavuşacak, bir ağaç olacak, gökyüzünü kucaklayacak.

Sen de öylesin ey gönül!
Sen de korkunun, endişelerin, elemlerin zindanında kalmaya tahammül et. Acılara katlanmanın, nice nimetlere hasret yaşamanın ateşinde pişecek, lezzet bulacaksın. Hayat bulmak, hayat vermek için...

Ey gönül, acılara sabret. Çünkü onlar seni kahretmek için değil; sınamak, terbiye etmek, kemale erdirmek için gelirler; Hem de geçicidirler, ebediyen kalmayacaklar. İmana ve ümide sarıl. Bil ki hiçbir gece ebedi değil; her karanlığın sonunda bir fecir saklı.

[/url]post_groan.gif [url=http://www.duygusuz.com/cikis.php?url=http://www.egitimaileforum.com/forums/images/bluefantasy/buttons/quote.gif]quote.gif
Yasamin bir rengi olmali... Siyah yada beyaz... Ozlemlerde olmali kavusmanin tadina varabilmek icin...
Yasamda herseyin bir zitti var mutlaka... Mutluluk huzun-guzel cirkin-sevgi ve nefret... Asolan duygudur sevgi diger duygulari bizler yarattik... Bizler kucumsedik en temiz olani. Ozlemeyi bile asil yasamali aci cekmenin bile soylu bir tarafi var aslinda. Huzunlerin rengi mavicedir gonul gozuyle bakana. Cunku her duygu sevginin uzantisidir. Sevgi kapsayandir. Sevgi zitliklarin barisidir. Sevgi daraltmaz, Sevgi asla acitmaz. Yasamayi ogrenemeden gucenmeyi ogrendik cunku kacmak hep kolay olandi gizleniriz ve bizi kimse bulamaz oyunu. Ama cogumuz nereye gittigimizi bile bilmeden kacmaktayiz. Hislerin aydinliktan karanliga gidisi ve bir ucagin gorus mesafesinin daralmasi gibi. Birilerini suclamayi cok iyi ogrendik asla kendimize soru sormayi beceremedik ve malesef bu yuzden bircok tomurcuk biraktik ardim zda acamadilar...
Hayat hep acimasizdi biz merhametli...
Hayat bizimle ugrasirdi biz masumduk...

Peki biz ne yaptik... Hicbirsey...




Uzakmavi...
post_groan.gif quote.gif
yaşam denizinde sağlam bir gemisi olmalı insanın,sakin sularda her gemi yüzer çünkü.Dayanıklı olmalı fırtınalara karşı,bu olmazsada zayıf noktaları güçlendirilmeli.
akıl ve gerçeklik süzgeçinden geçmiş rotası ,fırtınalı havalarda sığınabileceği bir limanı olmalı.Görünene değil bilgisine güvenmeli,bilmediği sularda başkalarının tecrübelerini kaale almalı.Bilmeliki her ufuk çizgisi arkasında yeni bir ufuk çizgisi barındırır.Bir gün kara gözükür mutlaka geminiz sağlamsa.Yinede her şey tam değildir.hedeflenen yere varamama ihtimaliniz vardır rotanız yanlışsa



Rotanıza dikkat edin... Hayat Bu
Iste bu yuzdendir özlemler,bu yuzden vardir VAZGECILMEZLER, unutulmazlar...
Ama yanilgi şundan kaynaklanir,senin oldugunu zannettiklerin; anilarin bile aslinda senin degil,onlari yasadigin zamanindir.
YILLAR ONCE SENIN ICIN VAZGECILMEZ OLAN BIRI BUGUNKU HALIYLE DEGIL HALA O GUNKU HALIYLE VAZGECILMEZDIR.
Sanirim en dogrusu herseyi ait oldugu zamanda,ait oldugu mekanda birakmak...
Zaman kontrolümüzün dışında olduğunu zannettiğimiz, fakat tamamen içinde olduğumuz bizimle şekillenen bizimle yön bulan bir bulgu. Zaman hızla akıp giden bir rüzgâr, normal seyrinden kopmuş bir akrep ve yelkovan… Ne güzel tanımlamış tanımlayan. Elimizden hızla akıp gidiyor biz farkında olmadan. Sonra dönüp bakıyoruz ne çabuk geçti diyoruz yıllar. Dopdolu geçti ise ne ala. Ya bir de keşkelerle geçti ise. Allah korusun. Dünümüzü bugünümüzden farklılaştıramıyorsak ziyandayız bunu hepimiz biliyoruz. Ama bilmek bazen yetmiyor.

Yıllar, aylar, haftalar, dakikalar, saniyeler avucumuzdan kayıp gidiyor. Eskiyen bir yanımıza ağlıyoruz, ağlarken yine vakit kaybediyoruz. Her gün bir telaş bir koşuşturma ama hiçbir işimizi tamamen bitiremiyoruz. Aslında yapmamız gereken küçük işleri biriktirince zorlandığımızın da farkındayız. Farkındayız da dedik ya bilmek bazen yetmiyor. Nice insanlar geldi geçti şu asra kadar. Dünya düzene doğrumu ilerliyor yoksa daha da mı karıştı?
Her şey zamanın suçu. Bize hiçbir şeyi anlamak için fırsat tanımadı. Bizi hiç beklemedi. Ha bire ilerliyor yelkovan, akrep zaten onsuz yapamıyor. Bu nasıl bir bağlılık zaman ilerlese de onlar bir türlü ayrılmadılar. Yollarını şaşırmadılar. Arada uzaklaşsalar da yine bir yerlerde birleşiyorlar. Onarı kimse engelleyemiyor. Suçladığımız zamanın adamı olan yelkovan kadar olamadık. Hiç kimseyi takmadan sağına soluna bakmadan varmamız gereken noktaya varamadık. Akrebi bile örnek alamadık, o kadar yavaşken yelkovana göre o da varacağı yere varıyor nihayetinde… Ya biz habire suçlayıp durduk zamanı. Yıllar geçti hala aynı nokta da. İlerlediysek bile eh işte o kadar. Oysa bize hep söylendi ertelemeyin mutlulukları diye. Sevgileri neşeleri. Ailenizi, arkadaşlarınızı, sevdiklerinizi… Bir daha fırsatınız olmayabilir diye bilmem kaç bin kere.
Mutlu olmak için mutluluğunuzu paylaşın. İçinde bulunduğunuz AN'dan daha iyi bir zamanı beklemekten vazgeçin.Hiçbir şey için geç değil. Hayatınızda düzeltmek istediğiniz ne varsa hemen hemen işe koyulun. Hiç vakit kaybetmeyin bakın yelkovan sizi kendine rakip gördü. Hatta daha da fazlası Rakip tanımam diye sesleniyor. Yapılacak neyiniz varsa ziyaret, icabet, dilenmesi gereken bir özür, söylenmesi gereken bir sözcük ertelemeyin. Şu müthiş beyitlerde yaşayın zamanın önemini
Her sabah bir ceylan uyanır
Afrika’da
Kafasında tek bir düşünce vardır
En hızlı koşan aslandan daha hızlı koşabilmek
Yoksa aslana yem olacağını bilir
Zaman Denilen Değirmen



Zaman mı bizim üzerimizden geçiyor
Yoksa biz miyiz zamanın içinden geçen?
Geride bıraktığımız yıllar mı,
Yoksa gençliğimiz mi
Bir değirmenin çarkında öğütülen?

Tutulmamış ellerimin soğukluğu,
Ve beklenen bir sevgilinin yokluğu
Dolaşıyor damarlarımda.
Üşüyen ben,özleyen ben.
Ve bir de
Zaman içinde kaybolan sen.

Bıraktığın hüzünler var şimdi,
İçimde günden güne büyüyen, boy veren.
Özlemler var, yarası kanayan,
Ümitler var, gerçekleşmeyen,
Giden sevgililer var, dönmeyen.
Hüzünden yana her şey var, ne istersen.

Dudak değmedik bardaklar gibi,
Çözülmedik iliklerde esir kaldık.
Hayallerimiz var taptaze, gerçek olmadık,
Yaşanmadık baharlarımız var,
Ellerimiz var, okşanmadık.

Bedenlerimiz birbirinde uzak
Sarılmamış bir başka bedene.
Duymamış bir yabancının sıcaklığını,
Birlikte uykuya gözlerini kapamamış
İhanetle tanışmamış.
Çilekeş, sevdiğine cömert,
Ama başkasına cimri
Senden başkasına kapıları kapalı
Sadık bir yürek var.

Özlem var, vuslat yok,
Hasrete yenik düşmüş,çaresiz
Ayrı yerlerde ayrı mevsimler yaşayan
Sevgililer var
Ama sen yoksun.

Demek ki,
Zaman değil geçen,
Aslında biziz yokluğa giden..
Ve umutlarımızla birlikte ömrümüzdür
Zaman denilen değirmende öğütülen...


KAMURAN ESEN
Hoş geldin kalbimize sevgili pişmanlık…

Tenimizdeki çizik olmadan nasıl anlamıyorsak canımızın incinebilirliğini, pişmanlığın sızısı olmadan fark edemiyoruz içimizde saklı masumiyetin kırılganlığını.
Sessizce akıp giden suyun önüne çıkan bir çağlayan yahut kaya gibi suçlarımız; vicdanımızın sessiz bekçiliğini hatırlatırlar bize, girdaplar, fırtınalar katarlar masum sandığımız hayatımıza. Kendimizi masum ve günahsız, hatasız ve kusursuz bildiğimizde kalınlaşıveren, kalınlaştıkça da ruhumuzu sağırlığa hapseden demir perdeyi yıkar günahlar. Dokunulmazlığımız üzerine kurduğumuz sırça sarayın yıkılışını haber verir içimizde yükselen “ah!”lar. Gururun kalesinin yangına verilişine denk düşer hatamızın utancını kıpkızıl yüzümüze taşıdığımız anlar. Pişmanlığın o kekremsi tadı, o akrepsi sokulganlığı utançla tanıştırır bizi. Utançla tanıştığımızda da, utanabilen yanımızla, içimizde suskunca bekleyen vicdanımızla buluşuruz ilk defa. Film gibi hani… Sevdiğimizle çarpışmak gibi köşe başında; defterler kitaplar dağılırken havada, kalpler buluşur, gözler el ele tutuşur ya. O hata; o sakarlık, o dikkatsizlik, o sürçme, o ayak kayması, o kaza, utanabilen yanımızla tanıştırır bizi. “Ah!” ettiren her günah, bağışlanmanın ve affın, rahmetin ve gufranın serin pınarlarına susatır bizi.

Hiç istemeden olmuş gibi, kaza ile değmiş gibi sokulur günah ve kirler ruhumuzun billur sularına. Paslı bir bıçak gibi bulandırıverir kalbin duru ayazmalarını. Sular üzerinde rüzgâr ürpertisi gibi, dudaklarımızda içli yakarışların kıpırtısını başlatır hatalar. Yağmurun çöllerin kumunu yarması gibi, içimizin de içinde sancılı itiraflara kuytular açar günahların darbesi. Vicdanımızın kulağının dibinde fısıltılı hesaplaşmalara çağırır bizi pişmanlıkların nefesi. Utandırır bizi. Utandırdığı gibi, utanabilir olduğumuzu da hatırlatır bize. Yüzümüz kızarır, başımız öne eğilir, mahcubiyetle kısılır gözlerimiz, belki gözyaşı dökeriz. Müşfik bir baba gibi teselli eder bizi pişmanlığımız: “Ağlıyorsun ya işte; o işi yapmayı yakıştıramadın kendine. Sen elinle ettiğinden fazlasısın. Sen bile isteye ettiğin günahtan daha yukarıdasın…”

Kucağımızda hiç durmadan ağlayan bebek gibi, habire sızlanan bir hasta gibi buluruz pişmanlığı. Ne inkar edebilir, ne unutabilir ne acısını dindirebiliriz. Bırakalım öyle kalsın! Acısın. Kanasın. Ağlasın. Sızlansın. Dağlasın göğsümüzü. Yırtsın yüzümüzü. Kendi gözlerimizin içine baktığımızda, hemen yüzünü gösterip utandırsın bizi. Bizi bize gammazlasın. Acısına ihtiyacımız var pişmanlığın. Ya hiç acıtmasaydı günah kalbimizi? Ya pişmanlığın sızısı hiç yapışmasaydı yakamıza? Kurtulmak için çırpındıkça üzerimize atılıvermeseydi pıtraklar gibi? Kıvrandıkça, kıvrandıkça yine yeniden yakalamasaydı bizi bileklerimizden?

İyi ki öyle... Kaynağı saptanamayan ağrılarda hastalara, kural gereği, ağrı kesici verilmez. Çünkü ağrısı olmazsa, hasta çare aramaz. Kıvranmazsa, ağrının odağını bulmaya yönelik zahmetlere katılmaz, katlanmaz.

Pişmanlığın da soğuk sert taşlar gibi vurması beklenir ayaklarımıza. Hiç bitmeyen kışlar gibi soğuk buzlar düşürmesi gerekir alnımıza. Firari mahkûmlar gibi köşe bucak tedirginliklere mahpus etmesi istenir bizi. İlk fırsatta, saati geri alma telaşına düşmek, takvim yapraklarını yerine yapıştırma telaşıyla yanıp tutuşmak gerek. Günahı, ömrünün son deminde ak örtülere sarılmış adamı/kadını acı bir sırla kirletmek diye bilmek gerek.

“Kim aklar beni?” diye bütün kapılardan eli boş döndüğümüzde, “illâ O” diyecek çaresizliğin dizi dibine oturtmalı bizi pişmanlığımız. Rahmetin ve gufranın dergâhında kusurluluğumuzu ve günahkârlığımızı şefaatçi bilip öylece ümitlenmeliyiz Allah’tan. Hiç koşulsuz affedileceğimiz kapının eşiğinde umutla ve gözyaşıyla oturabilmeyi öğretmeli bize pişmanlık. Kimselere diyemediğimiz sırlarımızı kabuğunda sızlanan bir inci gibi rahmetin kucağına itiverme ihtiyacını tir tir titreyerek hissetmeliyiz pişmanlık göğsümüze sarıldığında. Ne kadar çok hata etmişsek etmiş olalım, sonsuz serin bir okyanusun maviliğinde kir pasımızı kimselere göstermeden yıkayıverme umudunu göğsümüzde cılız pınarlar gibi biriktirmeyi vaat eder bize pişmanlığımız.

Sevapça hiçbir şey edemediğimizi, ettiklerimizin de bize ait sayılmayacağını aniden görebilmek demektir günahların “ah!”ları. O’ndan korkup yine O’na kaçacak denli anaç ve müşfik olan rahmeti acıyan dudaklarımızla içmeyi sadece pişmanlığımız öğretir bize..

O tatlı Şebnem Ferah şarkısı gibi, “Sil baştan başlamak gerek bazen. Hayatı sıfırlamak. Sil baştan sevmek gerek bazen. Her şeyi unutarak, yeni baştan sevmek gerek.”

Sil baştan başlama telaşıyla affın boynuna sarılırız pişmanlığımızla. Sil baştan sevildiğimizi ummak adına rahmetin kucağına bırakırız gözyaşımızı. Sancıyan vicdanımızla, utanan yüzümüzle, ağlayan gözümüzle, titreyen dudağımızla içten bir özür, mahcup bir tövbe fırsatı sunar bize pişmanlığımız. Ya hiç olmasaydı pişmanlığımız? Hiç yakmasaydı canımızı? Ağrı hissedemeyen hastalar gibi yakardık rahmete yürüyen ayaklarımızı, kırardık affı avuçlayan ellerimizi.


SENAİ DEMİRCİ
Sayfalar: 1 2 3 4 5 6 7 8 9